Yargıtay Büyük Genel Kurul 1988/1 Esas 1989/2 Karar
Karar Dilini Çevir:

Dairesi: Büyük Genel Kurul
Esas No: 1988/1
Karar No: 1989/2
Karar Tarihi: 27.03.1989

(765 S. K. m. 509) (1086 S. K. m. 287, 288)

Dava: Ordu Asliye Ceza Mahkemesinin 25.12.1987 gün ve 467/679 sayılı yazısında "Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.3.1986 gün ve 1985/9-464 esas ve 1985/126 sayılı kararı ile Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 24.9.1985 gün ve 1985/3520-3982, 10.4.1986 gün ve 1986/240-2335 ve yine aynı Dairenin 6.10.1986 gün ve 1986/3224-4942 sayılı, Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8.10.1987 gün ve 6037/8399 sayılı kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğu ileri sürülerek başvurulması üzerine Yargıtay 1. Başkanlık Kurulunca; "imzalı boş senedin, sanıkla mağdur arasındaki anlaşmaya aykırı olarak doldurulduğu iddiasıyla açılan kamu davasında sanığın bu eyleminin tanıkla ispat edilip edilemeyeceği" konusunda sözü edilen kararlar arasında aykırılık bulunduğu belirtilerek, 2797 sayılı Yargıtay Kanununun 16 ve Yargıtay İç Yönetmeliğinin 14. maddeleri uyarınca konunun Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunda görüşülmesine, 25.2.1988 gün ve 15 sayı ile karar verilmiştir.

11.11.1988 gününde toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunda, önce kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı ve içtihadı birleştirmeye gerek olup olmadığı sorunu üzerinde durulmuş ve aynı konuda daha önce yapılan bir başvuru da evrakla birleştirilerek 24.2.1989 günlü toplantıda sözü geçen kararlar arasında yukarda belirtilen konuda içtihat aykırılığının bulunduğuna oybirliği ile karar verildikten sonra esasın görüşülmesine geçilmiştir.

Esasın incelenmesinde önce konu ile doğrudan doğruya ilgili yasa maddelerini gözden geçikmekte yarar bulunmaktadır. Bu maddeler şöyle sıralanabilir:

"Türk Ceza Kanunu madde 509 - Bir kimse iade veya muayyen bir suretle istimal etmek üzere kendisine tevdi olunan imzalı ve yazısız bir kağıda sahibinin zararına olarak hukukça hükmü haiz bir muamele yazar veya yazdırır, yahut elinde bedelsiz olarak kalmış olan bir senedi istimal ederse, mutazarrır olan kimsenin şikayeti üzerine üç aydan üç seneye kadar hapis ve yüzelli liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasına mahkum olur..

Bu imzalı ve yazısız kağıt esasen kendisine tevdi ve teslim olunmayıp da bertakrip ele geçirerek birinci fıkradaki cürmü işlemiş ise, altıncı babın üçüncü ve dördüncü fasıllarında beyan olunan ahkama göre ceza verilir.

Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu madde 255 - Bir fiilin suç olup olmaması, adi hukuka müteallik bir meselenin halline bağlı ise ceza mahkemesi bu meseleye dahi ceza işlerindeki usul ve deliller için mer'i kaidelere göre karar verir.

Bununla beraber mahkeme, muhakemeye ara ve hukuk davası açılması için alakadarlara bir mehil verebilir.

Hukuk Mahkemesinden bu bapta bir hüküm çıkmasını da bekleyebilir.

Türk Ticaret Kanunu madde 592 - Tedavüle çıkarılırken tamamen doldurulmamış bulunan bir poliçe, aradaki anlaşmalara aykırı bir şekilde doldurulursa bu anlaşmalara riayet edilmemiş olması keyfiyeti hamile karşı ileri sürülemez; meğer ki hamil poliçeyi kötü niyetle iktisap etmiş veya iktisap sırasında kendisine ağır bir kusurun isnadı mümkün bulunmuş olsun.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu madde 288 - Bir hakkın doğumu, düşürülmesi, devri, değiştirilmesi, yenilenmesi, ertelenmesi, ikrarı ve itfası amacıyla yapılan hukuki işlemlerin, yapıldıkları zamanki miktar veya değerleri beşbin lirayı geçtiği takdirde senetle ispat olunması gerekir. Bu hukuki işlemlerin miktar veya değeri ödeme veya borçtan kurtarma ibra gibi herhangi bir sebeple beşbin liradan aşağı düşse bile senetsiz ispat olunamaz.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu madde 290 - Senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı defi olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler beşbin liradan az bir miktara ait olsa bile tanıkla ispat olunamaz.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu madde 290 - senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı defi olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler beşbin liradan az bir miktara ait olsa bile tanıkla ispat olunamaz.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu madde 314 - Resmi ve gayri resmi her nevi senedatın sahteliğini iddia eden kimse asıl davayı rüyet eden mahkemede bu iddiasını gerek davayı asliye gerek davayı hadise suretiyle ikame edebilir. Usulüne tevfikan icra kılınan tetkikat neticesinde senedin sahte olmadığına dair mahkemeden sadır olan karar kesbi katiyet ettikten sonra işbu senet hakkında mehakimi cezaiyede dahi sahtelik iddiası mesmu olmaz.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu madde 315 - Mahkemece sahtelik sebebiyle iptal edilen senet hakkında ciheti cezaiyece ademi mesuliyet ve beraate dair verilecek karar hukuk mahkemesince senedin iptali hakkındaki karara haizi tesir değildir.

Borçlar Kanunu madde 53 - Hakim, kusur olup olmadığına, yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair hükümleri ile bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraet kararı ile de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hakimini takyit etmez."

Konu ile ilgili olan bu maddelerden, gerçek veya tüzel kişiler arasında imzalı boş kağıdın ileride senet biçimen dönüştürülmek üzere verilmesinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu boş kağıdın, aradaki anlaşmaya aykırı olarak senet biçimine getirilmesinin suç oluşturduğu iddiasıyla açılan ceza davasında iddianın sübutu açısından olayda tanık dinlenip dinlenemeyeceği konusunda ceza ve hukuk usulü yasaları farklı düzenlemeler getirdiğinden hangi usul hükümleri uygulanmak suretiyle uyuşmazlığın çözümlenebileceği hususunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Önce, imzalı boş kağıdın veya açık senedin yahut açık kambiyo senedinin poliçe, bono ve çek borçlu tarafından alacaklıya verilmesinin Türk Hukuku yönünden geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Borçlunun sadece imzasını taşıyan ve onun rızası ile alacaklıya verildikten sonra alacaklı tarafından doldurulan bu boş kağıt bir senet olarak meydana çıkmaktadır. HUMK.nun 288. maddesine göre, "Bir hakkın doğumu, düşürülmesi,.. itfası amacıyla yapılan hukuki işlemlerin yapıldıkları zamanki miktar veya değerleri beşbin lirayı geçtiği takdirde senetle ispat olunması gerektiği gibi aynı Yasanın 290. maddesine göre de, "Senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı defi olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler..." tanıkla ispat olunamaz. Nitekim, 12.4.1933 gün ve 31/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, senede müstenit olan her nevi iddiaya karşı dermeyan olunacak savunmalarının tanıkla ispatının mümkün olmadığına karar verilmiştir. Bu hükümlerden ve İçtihadı Birleştirme Kararından anlaşıldığı üzere, senetle ispat zorunluluğu yalnız hukuki işlemler muameleler içindir. Hukuki fiiller ise, tanıkla ispat edilebildiği için bunların senetle ispatı zorunluluğu yoktur.

Bir borcu ödemek acaba maddi fiil midir? Borcu ödemek, bir borcu sona erdirme amacına yönelik olduğu için hukuki fiil değil, hukuki işlemdir. Senede karşı ileri sürülen hukuki işlemler değeri ne olursa olsun tanıkla ispat olunamaz. Bu kural HUMK.nun 290. maddesinde hükme bağlanmıştır.

Bununla beraber senede karşı, senetle ispatın bazı istisnaları HUMK.nun 293. ve 294. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu istisnalar dışında, imzalı boş kağıdın senet haline dönüştürülmesine karşı borçlu tarafından ileri sürülen hususların senetle ispatı gerekmektedir. Öte yandan, imzalı boş kağıda alacaklıya veren borçlu, diğer tarafta güvenmiştir. Bu güvene dayanarak rızası ile imzalı boş kağıdı veren kimse muhtemel tehlikelere ve onun hukuki sonuçlarına katlanmalı ve senede karşı savunması yazılı delillerle ispat etmelidir.

İmzalı boş bir kağıdın aradaki anlaşmaya aykırı olarak hukukça geçerli bir senet haline getirildiği iddiasının istisnalar dışında tanıkla ispatının mümkün olmadığı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu yönünden açıklanmış bulunmaktadır. Acaba, bu ispat biçimi TCK.nun 509. maddesi yönünden ceza mahkemesinde de geçerli midir?

CMUK.nun 255. maddesine göre, bir fiilin suç olup olmaması adi hukuka ilişkin bir sorunun çözümüne bağlı ise, ceza mahkemesi bu borunu ceza işlerinde uygulanan serbest delil ilkesi çevresinde çözümler. Bununla beraber ceza mahkemesi, yargılamaya ara vererek hukuk davası açılması için ilgililere uygun bir süre verebilir ve hukuk mahkemesinden bu konuda bir karar çıkmasını da bekleyebilir. Ceza mahkemesi, ilgililere süre vererek hukuk mahkemesinden bir kararın çıkmasını beklediği takdirde, hukuk mahkemesi, ceza usulünde benimsenen serbest delil ilkesi hükümlerine göre değil, hukuk usulünde uygulanan istisnalar dışında senede karşı ancak senetle iddiaların ispat edilebileceği ilkesi uyarınca bir karar tesis etmek zorundadır. Bunun sonucu olarak hukuk mahkemesinin senet hakkında verdiği kararın ceza mahkemesini bağlayacağının tartışmasız olması gerekmektedir. Bu konuda aksi yönde ileri sürülen görüşlerin kabulü mümkün değildir. Çünkü ceza mahkemesi adi hukuka ilişkin uyuşmazlığın hukuk mahkemesinde çözümüne imkan tanıdıktan sonra bu mahkemeden verilen ve kesinleşen kararı aynen uygulamaması açık bir çelişki olur. İşte bu nedenledir ki, ceza mahkemesi adi hukuka ilişkin bir sorunu ceza usulü kuralları içinde karara bağlamadan bu sorunun hukuk mahkemesinde, çözümüne imkan tanımışsa, artık hukuk mahkemeden verilen ve kesinleşen kararı aynen uygulamaması açık bir çelişki olur. İşte bu nedenledir ki, ceza mahkemesi adi hukuka ilişkin bir sorunu ceza usulü kuralları içinde karara bağlamadan bu sorunun hukuk mahkemesinde, çözümüne imkan tanımışsa, artık hukuk mahkemesinden verilen kararla bağlı olduğunun kabulü gerekmektedir. Biraz önce değinilen adi hukuka ilişkin sorunu ceza mahkemesi kendisi karara bağlamak istediği takrdirde, yine aynı kuralları, yani hukuk usulünde benimsenen kuralları uygulaması icpa eder. Aksi halin kabulünde çelişkili kararların tesisi olasılığı nedeniyle hak ve nısfet kurallarına aykırı bir sonuç ortaya çıkmaktadır ki, bu da yargıya olan güveni sarsar. Her ne kadar CMUK.nun 255. maddesinde bir fiilin suç olup olmaması adi hukuka ilişkin bir sorunun çözümüne bağlı olduğu takdirde, ceza mahkemesi bu sorunu dahi ceza işlerindeki usul ve deliller için geçerli kurallara göre karar verir biçiminde ise de, bu somut uyuşmazlıkta ceza mahkemesi, bir fiilin suç olup olmamasını değil, bir hukuki işlemin, yani senet düzenlenmesi halinin suç olup olmamasını karara bağlamaktadır. Başka bir deyişle, sanık tarafından yapılan hukuki işlemin ve özellikle anlaşmaya aykırı düzenlendiği ileri sürülen senede ilişkin hukuki işlemin suç olup olmadığı incelenmektedir. Bu nedenle ceza hakimi, imzalı boş kağıdın aradaki anlaşmaya aykırı doldurulduğu iddiasının sübutunu hukuk usulünde öngörülen kuralları uygulamak suretiyle çözümlemek zorunludur.

Ceza ve hukuk mahkemelerinde, sübuta ilişkin bir sorunun çözümünde farklı usul kurallarının uygulanmasının kabulünde farklı sonuçların çıkacağı açıktır. CMUK.nun 255. maddesinin alındığı Alman Usulünde bu farklılık yoktur. Çünkü bu ülkede gerek ceza ve gerek hukuk usulünde serbest delil istemi uygulanmaktadır. Öte yandan, imzalı boş kağıdın anlaşma dışı doldurulduğu iddiasının ceza mahkemesinde serbest delil usulü ve hukuk mahkemesinde ise, istisnalar dışında sınırlı delil usulüne göre çözümünün ve bundan dolayı farklı sonuçların ortaya çıkmasının kabulü adalet ve hakkaniyete aykırı düşer. Bu itibarla, imzalı boş kağıdın anlaşma dışı doldurulduğu iddiasına ilişkin adi hukuka ait sorunun çözümünde, ceza ve hukuk mahkemelerinden verilen kararların farklı sonuçlarının uygulamada doğuracağı sakıncaların önlenmesi bakımından, tanıkla ispat konusunda ceza mahkemesinin hukuk mahkemesinin bağlı olduğu usul kurallarını uygulaması gerekir.

Biraz önce açıklanan görüş, yalan yere yemin suçunda ceza mahkemelerinde tanık dinlenip dinlenmeyeceğine ilişkin içtihat uyuşmazlığını çözen 2.4.1941 gün ve 19.12 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında da benimsenmiştir.

Diğer taraftan Borçlar Kanunu'nun 53. maddesi hükmünce "Hakim kusur olup olmadığına, yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için Ceza Hukukunun mes'uliyete dair hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, Ceza mahkemesinden verilen beraet kararıyle de mukayyet değildir". Bu hükümlerle hukuk hakimine kuşkusuz ceza hukukunun sorumluluğa ilişkin kuralları karşısında geniş bir serbestlik tanımaktadır. B.K.nun 53. maddesinde benimsenen esaslara göre, ceza mahkemesince delil yetersizliğinden dolayı verilen bir beraet kararının hukuk hakimini bağlamayacağı; ancak ceza hakimi failin yasayı ihlal ettiğini tespit etmesi halinde hukuk hakiminin bu kararla bağlı olduğu ve artık işlenen fiilin hukuka aykırı olmadığına karar veremeyeceği yerleşmiş Yargıtay uygulamaları gereğidir.

İmzalı boş bir kağıdın anlaşmaya aykırı olarak doldurulduğu iddiasının cezada sabit görülerek verilen mahkumiyet kararının aksine olarak hukuk mahkemesinde böyle bir iddianın yerinde olmadığının kabulü ile alacağın gerçek bulunduğu sabit olduğu takdirde, alacaklı ceza kararı sonucu mahkum olacak ve fakat aynı alacaklı hukuk mahkemesi kararı sonucu alacağını icrada tahsil edecektir. Böylesine çelişkili durumun ortaya çıkmasına hukuk mantığının cevaz vermeyeceği doğaldır. Bu sonucu benimsemek Borçlar Kanunu'nun az önce açıklanan 53. maddesindeki hukuki esaslarla da bağdaştırılamaz. Aksinin kabulü halinde senet borçlusu hiç bir zaman ne İcra Tetkik Mercii Hakimliğine, ne de Ticaret Mahkemesine başvurma yoluna gitmeyecek, şahit temin ederek C. Savcılığına başvurarak dava açılmasını, kamu davasına da katılarak şahsi hakkının hüküm altına alınmasına ve asıl önemli olan TCK.nun 36. maddesine dayanarak davaya konu belgenin zoralımına karar verilmesini sağlayabilecektir. Hal böyle olunca ve bu yol açılınca H.U.M.K. ve İ.İ.K. hükümleriyle getirilen sınırlamaların uygulama olanağı da eylemli olarak kalkacaktır.

Kaldı ki, cebinde gerçeğe ve hukuka uygun olarak düzenlenmiş senet bulunan alacaklının senede konu alacağını tahsil edememe tehlikesinden de öteye TCK.nun 509. maddesinde gösterilen sonucu bakımından çok ağır olan bir cezanın tehdidi altında bulundurulması, hatta H.U.M.K. ile İ.İ.K., Ticaret Kanunu hükümlerine güvenerek alacağını sağlam gördüğü için, şahit temini yolunu hiç aklına getirmediğinden, kolayca mahkum edilebilme yolu açılacaktır.

Böyle bir yolun açılması, toplumda güveniu sarsara, ökonomik bayatı alt-üst edecek sonuçları doğuracaktır.

Bu nedenlerle içtihat aykırılığının imzalı boş senedin, sanıkla mağdur arasındaki anlaşmaya aykırı olarak doldurulduğu iddiasıyla açılan kamu davasında sanığın bu eyleminin H.U.M.K.nun cevaz verdiği istisnalar dışında tanıkla ispat edilemeyeceği doğrultusunda giderilmesi uygun bulunmuştur.

Sonuç: İmzalı ve yazısız bir kağıda sahibinin zararına olarak hukukça hükmü haiz bir muamele yazıldığı veya yazdırıldığı iddiasıyla Türk Ceza Kanunu'nun 509. maddesine dayanılarak şikayet üzerine açılan ceza davasında sanığa yüklenen bu eylemin Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun cevaz verdiği ayrık durumlar dışında tanıkla ispat edilemeyeceğine ilk iki toplantıda üçte iki çoğunluk sağlanamadığından 24.3.1989 günlü üçüncü toplantıda alt çoğunlukla karar verildi.


KARŞI OY

TCK'nin 509. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen eylem "İade veya muayyen bir suretle istimaledilmek üzere kendisine tevdi olunan imzalı ve yazısız bir kâğıda sahibinin zararına olarak hukukça hükmü haiz bir muamele yazmak veya yazdırmak, yahut elinde bedelsiz olarak kalmış olan bir senedi istimaletmek"ten ibarettir.

Cezai kovuşturmanın şahsi dava yolu ile değil şahsi şikâyet ile yapılacağı da kanun gereğidir.

Ceza Mahkemesinde, kamu adına. davayı açan ve takip eden Cumhuriyet Savcısıdır. Şikâyetçi davaya katılmak ve davayı takip etmek zorunda değildir.

Ceza yargılamasında kamu yararı, suçların ve suç faillerinin saptamaları, cezalandırılmaları amacını güttüğünden Devlet adına Cumhuriyet Savcısı suçun işlendiğini haber alınca delillerin kaybolmaması için bütün önlemleri alır; davanın açılmasına yer olup olmadığını tayin için delilleri toplar.

Ceza yargılamasında, hukuk yargılamasının aksine, hiçbir kanuni delil kabul edilmemiş ve iddiaların ispat vasıtaları sınırlandırılmamıştır.

Ceza hakimi, vicdani kanaatinin oluşmasına engel olan ve hukuk yargılamasında öngörülen kanuni delillerle de bağlı değildir.

Şikâyetçi, sanığa imzalı boş bir kâğıt bırakabildiği gibi imzalı boş matbu bir kambiyo senedi de bırakabilir.

Uygulamada bu husus çok görülmektedir. Örneğin vergi dairesine, telefon idaresine vesair bir yere verilecek dilekçeinin yazılarak işleme konulması için bırakılan imzalı boş kâğıt veya izinsiz ayrılan bir memurun arkadaşına gerektiğinde izin dilekçesi olarak işleme konulmak üzere bıraktığı imzalı boş kâğıt veya izinsiz ayrılan bir memurun arkadaşına gerektiğinde izin dilekçesi olarak işleme konulmak üzere bıraktığı imzalı boş kâğıt çok fahiş mesela beş yüz milyon veya bir milyar lira borcu kapsayan bir kambiyo senedi şeklinde doldurulduğu takdirde ne yapılacaktır: İşlenen bu suç Ceza Mahkemesinde ekseriyet görüşünde olduğu gibi kanuni delille mi kanıtlanacaktır:

Kiracı ile kiralayan arasında mutat olarak verilegelmekte olan boş teminat senetleri yüz milyonları bulan borç senedi olarak doldurulduğu takdirde yazılı delil bulunmadığından ceza davası söz konusu olamayacağından, borçlunun mali gücü, açması gereken menfi tespit davasının peşin harç ve masraflarını ödemeye imkân verebilecek midir:

Ceza yargılamasında bu konunun kanuni delille ispatı öngörülünce, ceza hakimi yargılamayı yürütürken Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 292. maddesini, 293 ve takip eden maddelerini, Türk Ticaret Kanununun 81. maddesini ve özellikle 82 ila 86. maddelerini de uygulayacak mıdır?

Bu sorulara cevap bulmak güçtür.

Ceza Mahkemesinde TCK'nin 509. maddesine aykırı davranıldığı hususunun tanık dahil her türlü delille kanıtlanabileceğine dair uygulama ve görüş bu maddenin yürürlük tarihinden beri süregelmektedir. Bu uygulama dolayısıyla yarım asırdan fazla bir zamandan bu yana Borçlar Kanunu'nun 53. maddesi ve Türk Ticaret Kanununun 592. maddesinden ötürü uygulayıcılar sorunları çözmüş ve bu maddelerdeki kuralları uygulaya gelmiş ve hiç kimse lehine düzenlenen bir senetten dolayı ceza davasına muhattap olurum diye bir tedbir alma durumuna girmemiş ve Ceza Mahkemesinde yalnız bir iki kişinin tanıklığı ile kambiyo senedi lehdarı mahkûm edilmemiştir.

Sonuç: Suçların ve suçluların kovuşturulmasını önleyecek ceza yargılamasının ilkelerinden olan takdiri delil sistemine ters düşen, uygulamada son derece karışıklığa sebebiyet verecek, mahkeme masrafları ve peşin harç bakımından borçlunun hukuk mahkemesinde menfi tespit davası açmasına imkân vermeyecek şekilde fahiş meblağları ihtiva eden senetlerin düzenlenmesine olanak verecek ve özellikle Ceza Hakimini vicdani kanaatinin oluşması için serbestçe delil topalmaktan alıkoyan bu karara karşıyım.


KARŞI OY

1) Ceza muhakemesi hukukunun gayesi, toplum hayatının en iyi bir şekilde düzenlenmesidir. Toplum hayatında düzen olmadıkça ne fertlerin hakları sağlanabilir ne de toplumun menfaati korunabilir. Ceza davasında sanıktan başka konununda korunmaya değer hak ve menfaatleri vardır. Kamu menfaatlerine aykırı davranışlarda bulunan kişi, kamu adına cezalandırılır.

Hem fertlerin, hem toplumun menfaatlerini korumak ancak "Mutlak Hakikatı"; "Tam Doğruyu" araştırmakla mümkün olur. Bu amacın sağlanabilmesi için Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda "Vicdani Delil"; "Serbest Delil" sistemi kabul edilmiştir. Ceza davasında her şey delil olabilir ve bunların ispat gücünü bağımsız hakimler; serbestçe; vicdani kanaatlerine göre tespit ederler. (CUMK. Md. 254) Serbest delil sisteminde, tarafların iradesi rol oynamaz. "Teserruf Edilmezlik" ilkesi egemendir.

Buna karşılık; Medeni Muhakeme ise, fertlerin mal varlıkları arasında çıkan uyuşmazlıkları, onların iradeleri doğrultusunda çözümlemeye ve dengelemeye çalışan bir muhakemedir. Amacı, ferdi çıkarların sağlanmasıdır. Bu mahekemede, ceza muhakemesinin tam tersi olarak, taraflar dava üzerinde istedikleri gibi tasarruf edebilirler. Hakim davacı ve davalının iddia ve savunmaları dışına çıkamaz. (H.U.M.K. Md. 74-75) Davanın kaderi tarafların iradelerine bağlıdır. Hukuk Muhakemesinde Kanuni delil sistemi uygulanır. Belli hususlar, kanunda delil olma niteliği kabul edilmiş; belli delillerle kanıtlanabilir. Hakim, ancak, Kanuni deliller dışındaki delilleri takdir etmek hakkına sahiptir. Hukuk davalarında tarafların beyanına önem verilmesinin nedeni; uyuşmazlığı en iyi onların bilmesidir. Gerçektede, ferdin kendi öz çıkarları üzerinde serbestçe tasarruf edebilmesinden daha doğal ne kabul edilebilir. Hukuk Muhakeme usulünde "şekli ve yasal" adalet gerçekleşir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere; Ceza davasını, hukuk muhakemesi kurallarına göre çözümlemeye çalışmak yanlış bir yöntem olur, Ceza muhakemesinin asli görev ve amacı hiçbir zaman sağlanamaz ve kamu düzeni temelinden sarsılır.

2) Sayın Çoğunluk, Suçun subutu için HUMK'nunun 288. maddesindeki senetle ispat kuralını mutlak delil olarak kabul ettiğine göre, maddenin istisnalarında (H.u.M.K. Md. 289-292-293) evleviyetle kabul etmiş sayılır. Aksi halde kuralı kabul edip istisnalarını kabul etmemek gibi, kendi mantık silsilesi içinde çelişkiye düşmüş olur. Öyleyse; taraflar tanık dinletmekte açık muvafakat gösterirlerse, Ceza hakimi hukuk muhakemesinde olduğu gibi, yazılı belgeyi aramaksızın tanık dinleme zorunda kalacaktır. Bundan ayrı, ceza hakimi; bir bölgede halin gereklerine tarafların durumlarına göre herhangi bir hukuksal işlemin sürekli olarak senede bağlanmaması görenek haline gelmişse tanık dinleyerek; bunların hiçbirisine dayanamayan müdahilin, sanığa teklif ettiği yemini eda ettirerek, sonucuna göre karar verme durumunda bırakılacaktır. Teamül suçun işlendiği (A) bölgesinde, hukuki işlemin senede bağlanmasını öngörmüyorsa her türlü delil toplayarak, özellikle, tanık dinleyerek beraat veya mahkûmiyet kararı vereceksiniz; (B) bölgesinde ise tam tersi, yazılı delil bulunmadığı için gerçek suç işleyen kişiyi beraat ettireceksiniz. Böylelikle, iki ayrı bölgede aynı suçu işlemiş kişiler farklı delillerin esas alınması ile farklı yargı muamelesine tabi olacaklardır. Bütün bu durumlarda suç siyaseti ve ceza politikası amacının; ceza adaleti ve eşitliğinin yerine geldiği içrahatlığı ile kabul edilebilir mi:

Tevhidi İçtihat kararında, bu gibi sorunların açıklanmamış ve çözüme kavuşturulmamış olması uygulamada çeşitli hukuki kargaşalıkları da beraberinde getireceğinde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.

3) Ceza mahkemesinde görülmekte olan bir davada, sonuca ulaşabilmek için, medeni hukuka ilişkin bir ihtilafın çözümlenmesi gerekli görülürse, ceza mahkemesi bu ihtilafı; hangi hukuk ilkelerine, yani ceza muhakemesi hukukuna ilişkin kuralları mı, yoksa hukuk muhakemesine ilişkin kurallara göre mi çözecektir.

Bu soruya CUMK'nun 255. maddesi; "Bir fiilin suç olmaması, adi hukuka ait bir meselenin halline bağlı ise ceza mahkemesi bu meseleye dahi ceza işlerindeki usul ve deliller için mer'i kaidelere göre karar verir" demek suretiyle açıklık getirmiştir.

Yasada, uyuşmazlığın çözümlenmesini gösteren bir hüküm mevcut ise, hakim bu yasa hükmüne uymak zorundadır. Yasanın açık hükümlerine karşı ve o yasa hükmünü ortadan kaldırıcı biçimde yorum yapılması yorum kurallarına aykırıdır. Bu kural Anayasanın 10. maddesinin tabii bir sonucudur. Tersi durumunda; Kuvvetler prensibi ihlal edilmiş, yargı erki, yasama gücünün yerini almış olur. Bu nedenle, hakim sadece CUMK'un 255. maddesine göre hareket etmek zorunluluğundadır. Yasa hükmünün uygulanmasının sakıncalar doğurabileceği (örneğin; Hukuk Mahkemesinde yazılı delil olmadığından elde edilmesi imkânsız hale gelmiş bir hakkın, ceza mahkemesinde tanıklarla sağlanabileceği endişesi) uygulayıcının değil, ancak yasama organının dikkate alabileceği bir düşünce tarzı olmalıdır.

Görüldüğü gibi; CUMK 255. maddesinin açık buyruğu karşısında, suçun subutu, Medeni Hukukla ilgili bir hukuki ilişkinin varlık veya yokluğuna bağlı olduğu hallerde dahi; Ceza muhakemesinde "her şeyin delil olabileceği, hakimin kısıtlama olmaksızın, doğrudan doğruya delil toplayabileceği, münhasıran yasal delillerle bağlı tutulamayacağı gibi "Vicdani delil sisteminin" temel ilkelerinin esas alınması kaçınılmaz olmaktadır.

Gerçektede, CUMK'nun 255. maddesi; ceza mahkemesinin maddi hakikate göre karar vermesi gerektiğini benimseyen temel felsefe veya yapısına da tam uygunluk göstermektedir. Kanaatimce yasa koyucunun, maddeyi sevk amacı, özellikle bu noktada toplanmaktadır.

Esasen, CUMK'nun 255. maddesi ile HUMK'nun 288. maddesinin bir birinden ayrılma nedeni; Ceza Usulü ile Hukuk Usulünün izledikleri amaçlar arasındaki temel farklılıktan ileri gelmektedir. (Bakınız; az yukarı bölüme)

Her iki kanun kendi mantık ve sistemlerine uygun olarak ve tamamen müstakil bir biçimde uygulanacaklardır. Bu eşyanın tabiatına da uygun düşmektedir. Örneğin; bir müessir fiil olayına ilişkin tazminat davasında davalı olayı ikrar etse, hakim başka bir delil aramadan tazminata hükmedecektir. Aynı davalı (sanık); ceza mahkemesinde ikrarda bulunsa dahi, toplanan deliller ikrarın aksini ortaya koyuyorsa, mahkûmiyete değil, beraate karar verebilecektir. Böylece, aynı fiil Hukuk Mahkemesinde sabit sayıldığı halde, ceza mahkemesinde sayılmayabilmektedir. Bu örnekte de görüldüğü üzere, ceza davası ile Medeni dava iki farklı şey olduklarından anılan 255 ve 288. maddelerin farklılık gösermeleri de mantığa ters düşmemektedir. Bunda yadırganacak ve kabul edilmeyecek bir taraf olmamalıdır.

4) Emniyeti Suistimal suçunun özelliği, zilyetliğin kaynağını oluşturan ve şeyin iade veya belli bir şekilde kullanılması yükümlülüğünü içeren, ilişkideki; güvenin ihlalinden ibarettir. Kanunun Bizatihi korumak istediği husus, imzalı ve yazısız bir kâğıdı iade veya belli bir şekilde kullanılması için, veren kimsenin karşısındakine duyduğu itimattır. İtimadın kötüye kullanılması cezalandırılmaktadır. Hal böyle olunca bu şekilde verilen bir kâğıdın kararlaştırılandan farklı bir şekilde doldurulması halinde, bunun ispatı için yazılı belge aramak maddenin düzenlenmiş amacına aykırı düşecektir. Çünkü böyle bir anlayış, imzalı kâğıdı verirken, ayrıca bir de yazılı belge düzenlenmesini istemek anlamına gelir. Böyle bir belge düzenlemek veya karşı taraftan böyle bir belge istemek demek, karşısındakine güvenmemek demektir. arşısındakine güvenmeyen kimsenin ona böyle bir kâğıt vermeyeceği de kuşkusuzdur. O zamanda 509. maddedeki hükmün ceza kanununa sokulmasını açıklamak imkânsız hale gelmektedir.

Ticaret Kanunumuzun, Ticari zorunlulukların yarattığı teamüle uyarak açık ticari senetleri kaul etmesinin bir nedenide işte bu güven ilkesinden kaynaklanmaktadır.

Emniyeti suistimal suçunun dayandığı temel ilişkilerde, daha çok o anda sezinlenemeyen ve öngörülemeyen durumlar söz konusu olduğu için itimada dayanılarak imzalı ve yazısız kâğıt verilmektedir ve henüz içeriğininde tespiti mümkün durumda değildir. Öyleyse Sayın çoğunluk maddeten imkânsız bir belgenin karşı taraftan alınmasını istemesi anlamız kalmaktadır. Öte yandan ilerde işlenecek bir suç için, belge şeklinde delil hazırlanması ve suçun da ancak bu belge ile ispat edileceğinin şart konulması hayatın olağan akışına ve mantığa da uygun düşmemektedir.

Ceza yargılamasında toplandığımız delillere, somut olayın özelliğine ve vicdani kanaatımıza göre, Emniyeti suistimal suçunu açıkça işlediğine kanaat getirdiğmiz ve böylece Ahlaki Redaeti tespit edilen sanığı, yazılı delil bulunamadığından ötürü, içimize sindiremeden beraat ettirme zorunluluğunda kalacağız. Böyle bir durumu ceza muhakemesinin amacı ile bağdaştırmamız ve izah etmemiz mümkün değildir.

Açılan bu yolla, iyi niyetle, hulus ve saffet içinde bulunan ve güven gösteren kişiler yerine güveni kötüye kullanan suçlular korunmuş, suçluya bir anlamda prim verilmiş olunmaktadır. Bu durum kesinlikle kamu düzeni ve toplum yararı açısından üstün görülemez; reddedilmesi gerekir.

Sayın çoğunluğun kararı ile bundan böyle, sosyal ve ferdi ilişkilerde en önemli bir unsur olan "Karşılıklı itimad" duygusunu, kötüye kullanan ahlaki redaeti belli olmuş suçluların, toplum adına cezalandırılmaları imkânsızlaştırılmıştır.

Diğer bir anlatımla; TCK'nin 503, 508, 509, 510 maddelerinde belirtilen fiiller suç olmaktan çıkarılmış ve işlemez hale getirilmiştir.

Bir hukuk davasında belge almamanın rizikosuna tarafların katlanması doğal karşılanabilir. Bu kendilerini ilgilendiren bir sorundur ve ancak kişisel hak ve sorumluluklar doğurur. Ne var ki suçu işlediği belli olan bir kişi toplum yararı için cezasız bırakılamaz.

5) Hukuka aykırılığı tespit eden mahkûmiyet hükmü hukuk hakimini bağlar (Bk. Md. 53). Bu görüş, Yargıtay'ın kökleşmiş içtihatları ile yıllardır sapma göstermeden uygulanmaktadır. BK'nin 53. maddesi, hukuk hakiminin ceza ilamının hangileri ile bağlı olduğunu tahdidi bir şekilde sıralamak isterken, iki sorumluluk rejiminin sadece maddi hukuk bakımından ayniyet arzetmediğini belirtmek istemiştir. Cezada sabit olan bir fiilin, hukuk muhakemesinde sabit sayılmayacağına dair yoruma imkân sağlayan en ufak bir işareti dahi söz konusu değildir. Mahkûmiyete ilişkin ceza ilamı, HUMK 295. maddesi uyarınca hukuk hakimi yönünden kesin delil oluşturur. Öyleyse; BK'nin 53. maddesinin özü ve sözünden, ceza muhakemesine daha üstünlük tanındığının kabulü gerekir. Ceza hakimi; sanık ve müdahilin iradesine bağlı kalmaksızın hukuk hakiminden daha serbestçe; her türlü delili toplayabildiğine göre, vereceği karara duyulacak güven de daha fazla olmalıdır. Bu açıklamalardan sonra; hukuk hakimi, ceza muhakemesinin sonucunu beklemelidir görüşünü benimsemek daha makul görünmektedir. Fakat, kanaatımca, sorunun çözümlenmesinde bu konu ikinci derecede önemi haizdir. Esasen doğru ve hukuka uygun sonuca kavuşabilmek için hangi mahkeme kararının diğerine nazaran bağlayıcı veya üstün olacağı düşüncesiyle hareket etmemek gerekir. Bu bir çare olarak düşünülebilir. Nitekim az yukarda açıklanan görüşmüzde, bu amaca yönelik olarak belirtilmiştir. Başka bir anatımla bu konuda çare ve çözüm bu tevhidi içtihat içinde çözümlenmemelidir. Hukukun gelişmesi açısından Yüce Yargıtay Dairelerinin önüne gelen somut olayları değerlendirerek zaman içerisinde geliştireceği içtihatlarına bırakılması en uygunudur. Tevhidi içtihat konusunun çözümünde daha çok ve önemle ceza muhakemesinin temelini oluşturan "Serbest Delli" sisteminden ödün vermemeye hassasiyet ve özen göstermek olmalıydı. Ne yazık ki ceza muhakemesinin amacı açısından bu konunun önem ve ağırlığı dikkate alınmayarak hatalı sonuca kauşturulmuştur.

6- Müzakereler sırasında Sayın Çoğunluğun görüşlerine iki ana konunun fazlasıyla etken olduğunu tespit edebildim.

Birisi 2/4/1941 gün ve 19/12 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararıdır. Bu tevhidi İçtihat doğduğundan beri öğretide şiddetle tenkitlere maruz kalmıştır. Hukuki çelişki ve yanlışlıklarla doludur.

(Daha geniş bilgi için bakınız: Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, İ.Ü. Hukuk Fakültesi Mecmuası 1943 Sayı 1-2, Sh. 434)

Çelşkilerden, başlıcalarını ele almak istiyorum. 1941 tarihli Tevhidi İçtihatta, Ceza Muhakemeleri usulünün sukut bulunduğu hususlarda daha umumi bir usul kanunu olan hukuk muhakemeleri usulünün hükümlerne müracaat olunması gerektiği benimenmiştir. Bir kere hukuk muhakemeleri Kanunu Ceza Muhakemeleri Kanununa göre daha genel değildir. Her iki Kanun kendi alanları içinde birer müstakil genel kanundur. Biri diğerine nazaran genel kanun sayılamaz. Aralarında öncelik-sonralık ilişkilerini aramakta hataı bir düşünce yoludur. Ayrıca; HUMK'nun 288. maddesinin Kamu düzeni düşüncesi ile vaz edildiğinin kabul edilmesi de 1958/18 E; 1959/21 K. numaralı Yargıtay Tehvidi İçtihadında "Değerli belli miktarı aşan hukuki işlerin tanıkla kanıtlanması yasağına ilişkin ilkeler tarafların çıkarlarını koruma amacına yöneliktir. Kamu düzeni düşüncesiyle yasaya konulmuş hükümler değildir" denilerek; HUMK'nun 288. maddesinin kamu düzeni ile ilgili hüküm olmadığı kabul edilmiştir. Nitekim anılan yasanın 289. maddesinde de "Senetle ispatı gereken hususlarda yukarıdaki hükümler hatırlatılarak, karşı tarafın açık muvafakatı halinde tanık dinlenebilir" şeklindeki sözcüklerden de bu sonucun yasallaştırılmış olduğunu görmekteyiz.

Bu durum ile kamu düzeni ve toplum yararı ile doğrudan ilgili Ceza Muhakemesini, suçluyu tespit görevinde sadece tarafların çıkarlarını korumayı amaçlayan ve kamu düzeni ile ilgisi olmayan 288. maddedeki yazılı delille tahdit ederek sakıncalarla dolu ve çelişkili bir sonuca kavuşulduğu açık ve seçik belli olmuştur.

Sayın çoğunluğun görüşünün ikinci dayanağı da tanık deliline güven duyulmasıdır. Buna katılmak mümkün değildir. Ardından çok sakıncalarda beraberinde getirecektir. Dolaylı da olsa tanığın güvensiz delil olacağını bir tevhidi içtihat kararı içinde düşünmek bundan böyle bütün tanık sözlerine itibar edilmeyeceğini tescil etmek anlamına gelir. Bu da; Kamu düzeni ve insan onuru açısından fevkalade yanlıştır. Asıl olan tanıkların doğru söyleyeceğidir. Hakim, senede karşı ortaya atılan iddiaların, HUMK'nun 288. maddesini bertaraf etmek maksadıyla yapılıp yapılmadığını araştırır ve tanıkları çok iyi bir biçimde değerlendirir ve vicdani kanaatına göre olayın suç veya hukuki ilişki içinde kalıp kalmadığını tespit eder. Sonrada Yüce Yargıtay'ında denetiminden geçerek gerçek adalete kauşulur.

Bu konuda mahkemelerin titizlikle yaptıkları incelemeleri sonucunda pek çok açılan ceza davaları hukuki nitelikte görülmüş ve beraat kararı verilmiştir. Bu tarzda uygulama yıllardır istikrarlı bir şekilde süre gelmektedir. Şimdiye kadar da mahkemelerden ve Yargıtay'dan toplum vicdanını rahatsız eden bir karar da çıkmamıştır. Bu nedenlerle Sayın çoğunluğun tanıkların yalan söyleyeceği endişe ve düşüncesiyle hareket etmeleri dayanıksız kalmaktadır. Öte yandan bu yanlış tutum ile ceza mahkemesinin kararlarına karşı şüphe ve şayibe ile bakılması gibi çok tehlikeli yol da açılmış olmaktadır. Unutmayalım ki, ceza hakimi idam kararını dahi tanık dinleyerek vermektedir. Ceza kararı tanık deliline dayanılarak verilmiştir diye onu gayri ciddi ve güvensiz olarak mı kabul edeceğiz? Kaldı ki hakimi de gerektiğinde tanık dinleyerek karar vermek zorundadır. (HUMK Md. 293, 289)

Bu açıklamalardan sonra, Sayın Çoğunluğun görüşlerine hakim olan nedenlerde dayanaksız kalmaktadır.

Sonuç: Ceza Kanununun 509. maddesine giren suçlarda dahil olmak üzere kanıtlanması Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanununca yazılı delile bağlanmış hukuki işlemlere ilişkin olsun olmasın bütün suçlar delil olabilecek her şeyle, tanık beyanı ile ispat edilebilir.

Ceza yargılamasının serbest delil sisteminden ödün verilemez. Bu konu bizatihi kamu düzeninin korunmasıyla ilgilidir. Kanuni delil sisteminin usulleriyle, ceza muhakemesi hiçbir zaman mutlak hakikatı, tam doğruyu bulması mümkün görülemez. Tevhidi içtihat ile tüm bu amaç ve ilkeler kısıtlanmış özellikle TCK'nin 509. maddesindeki suç bir anlamda uygulamadan kaldırılmış olmaktadır. Bu nedenlerle sayın çoğunluk görüşüne katılamıyorum.


KARŞI OY

İçtihatların birleştirmesine konu yapılan ve bir ceza normu olan TCK'nin 509. maddesiyle yine bir ceza yargılama usul normu olan CMUK'nun 255. maddesinde ne yorumu gerektirecek bir belirsizlik, ne de içtihat yolu ile doldurulması gereken bir boşluk bulunmamaktadır. Zira, TCK'nin 509. maddesinde emniyeti suistimal suçunun maddi ve manevi unsurları açıkça belirlenmiş ve ceza davasında adi hukuka ilişkin bir orunun çözümü gerektiği takdirde, ceza mahkemesinin bu sorunu dahi ceza işlerindeki usul ve delillere özgü kurallara göre çözebileceği CMUK'nun 255. maddesinde açık, seçik ve hiçbir duraksamaya olanak tanımayacak şekilde hükme bağlanmış bulunmaktadır. Ceza davasının asıl amacı bir suçun işlenmesiyle bozulan kamu düzenini iadeye yönelik olduğuna göre, bu na amacın gerçekleşmesi için ceza yargıcı tanık dahil her türlü delili topladıktan sonra bunları vicdani kanaatine göre serbestçe takdir ederek sonuca varacaktır. Ceza davasındaki bu geniş delil toplama ve takdir yetkisi yasada açıkça getirilen ayrık durumlar dışında hiçbir şekilde içtihat yoluyla sınırlandırma yoluna gidilmesi mümkün olamaz.

Oysa, ceza davalarında özenle korunması gereken bu ana ilke, çıktığı andan itibaren yoğun ve haklı eleştirilere hedef olan 2/4/1941 gün ve 19/21 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile bozulduktan sonra, bu kez de bu içtihat emsal alınarak ikinci defa hem de adi huuka ait bir sorunun yer aldığı tüm ceza dvalarına emsal teşkil edebilecek şekilde bu içtihadı birleştirme kararı ile ağır ve geniş bir biçimde zedelenmiş bulunmaktadır.

Ceza yargılamasındaki vicdani ve takdiri delil sisteminden ayrılarak kanuni delil sistemi esas alınmak suretile düzenlenmiş bulunan hukuk yargılama usulünde dahi, HUMK'nun 293. maddesi ile hile, hata, gabin, cebir ve ikrah halleri ile cürümden doğmuş olsun, olmasın tazminat gerektiren eylemler bakımından tanık dinleme olanağı hukuk hakimine tanınırken ve hatta tanık dinletme yasağı bulunan hallerd edahi karşı tarafın muvafakatı ile hukuk davasında tanık dinlenebilirken kendisine her türlü delili toplama yetkisi ceza yargılama usulü hükümleri ile tanınan ceza hakimine ve özellikle CMUK'nun 255. maddesinin açık hükmüne rağmen tanık dinleme yasağının getirilmesinin hiçbiryasal ve mantıksal dayanağı bulunmamaktadır. Kısaca tekrarlanması gerekirse, içtihadı birleştirmenin konusu teşkil eden boş olarak verilen senedin anlaşmaya aykırı olarak doldurulması eylemi TCK'nin 509. maddesinde açıkça suç olarak kabul ve tavsif olunduğuna göre ve buna ilaveten HUMK'nun 293. maddesi de dikate alındığında, hukuk yargılama usulündeki tanıkla ispat yasağı, ceza hakimin tanık dinlemesine imkân sağlayan ceza yargılama hükümlerinin bertaraf edilmesini gerektiremez.

İçtihadı birleştirmenin bu şekilde kabulündeki asıl gerekçe olan hukuk ile ceza davaları arasında farklı ve çelişkili kararlar çıkmasını önleme çabası, bugünkü birbirinden tamamen farklı ilkelere göre düzenlenmiş bulunan iki ayrı yargılama sisteminin bünyesinden kaynaklanmış olması nedeniyle, ceza da tanık dinlenmesini içtihat yolu engelleyerek varılması isabetli bir tutum olmamıştır. İki ayrı yargılama usulünün bünyesinden kaynaklanan bu tür sakıncalar B.K.'nin 53. maddesinde tanınan olanaklarla giderilmesi mümkündür. Kaldı ki, yargılama usul sistemlerimizde bu tür sakıncaları önleme olanağı yargılamanın iadesi müessesesi yolu ile de tanınmış bulunmaktadır.

İçtihadı birleştirme kararına hukuki dayanak olarak TCK'nin 509. maddesindeki suçun sahtecilik suçunun bir nevi olduğu esasından hareket edilerek HUMK'nun 314. ve 315. maddeleri hükümleri gösterilmiş ise de öncelile emniyeti suistimal suçu, TCK'nin cürümlere ait kitabın mal aleyhine cürümlere ilişkin 509. maddesinde yer aldığı halde, sahtecilik suçu ammenin itimadı aleyhine cürümlere ilişkin altıncı babında 339 vd. maddelerinde düzenlenmiş bulunduğundan TCK'nin sistematiği bakımından tamamen ayrı iki nevi suç olarak düzenlenmiş iki ayrı ceza normunu, aynı suç nevi olarak kabul etmek mümkün olmadığı gibi, cezada kıyas ilkesinin yürütülemeyeceği ana prensibine de ters düşen bu görüşe katılmak mümkün değildir. Bir an için bu görüşün kabul gerektiği benimsense bile, sahtecilik iddiasının ne şekilde inceleneceğini belirleyen HUMK'nun 317. maddesinin yollamada bulunduğu aynı yasanın 309/1 maddesinde hukuk yargıcına dahi tanık dinleme olanağı tanındığı dikkate alındığında, bu görüşün ceza yargılamasında tanık dinlenemeyeceği görüşüne gerekçe olarak gösterilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Keza, yine HUMK'nun 314 ve 315. maddeleri hükümlerine göre, hukuk mahkemesinde senedin sahte olmadığına dair verilen bir kararın kesinleşmesinden sonra ceza davasında sahtecilik iddiasının dinlenemeyeceği istisnası dışında hukuk ve ceza mahkemelerinden farklı kararlar çıkabileceği ihtimalleri dikkate alınarak düzenleme yapıldığına göre, ceza ve hukuk mahkemelerinden farklı kararların çıkmasının önlenebilmesi için yine bu maddelerden yasal dayanak aranması ve gösterilmesi de tutarlı bir düşünce tarzı olmamıştır.

Öte yandan, içtihadı birleştirmeye diğer bir hukuki dayanak olarak BK'nin 53. maddesinin gösterilmesinin de yerinde olmadığı kanısındayız. Zira, öncelikle ve özellikle dikkate alınması gereken husus, içtihadı birleştirmenin nedenini teşkil eden suç ve yargılama normları ceza hukukuna ilişkin olduğu gibi, giderilmesi gereken içtihat aykırılığı da Yargıtay'ın iki ceza dairesi ile ceza genel kurulu arasında çıkmıştır. Yargıtay'ın bir hukuk dairesi ile bir ceza dairesi arasında içtihat aykırılığı gündemde yoktur ki ve özellikle bu maddenin uygulanmasından beliren bir içtihat aykırılığı mevcut değildir ki BK'nin 53. maddesi bu içtihadın yasal dayanağını teşkil edebilsin. Diğer bir deyişle, ceza davası sonunda verilen bir kararın hukuk mahkemesini etkilemesi yönünden Yargıtay'ın hukuk daireleri arasında bir içtihat uyuşmazlığı çıktığı takdirde BK'nin 53. maddesinde ancak o zaman aykırılığın giderilmesinde ele alınıp incelenebilir ve ileri sürülecek görüşün yasal dayanağı yapılabilir.

Bütün bu nedenlerle ceza davasının asıl amacı ve özünü teşkil eden bir suçun işlenmesiyle bozulan kamu düzeninin her türlü delili değerlendirerek tekrar yerine getirilmesi ilkesi esasına göre düzenlenmiş bulunan ceza yargılama usulünün bu ana ilkesini ağır bir biçimde zedeleyen ve kişilerin şahsi hakkının şeklen korunması yani, kanuni delil sistemini benimseyen HUMK'nun ilkelerinin ceza davasında da yürümesi gerektiğini benimseyen sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

Full & Egal Universal Law Academy