Yargıtay Büyük Genel Kurul 1992/3 Esas 1994/3 Karar
Karar Dilini Çevir:

Dairesi: Büyük Genel Kurul
Esas No: 1992/3
Karar No: 1994/3
Karar Tarihi: 01.07.1994

(506 S. K. m. 26, 133) (818 S. K. m. 74, 125, 128, 332) (1479 S. K. m. 63) (2709 S. K. m. 5, 26, 49, 50, 60, 65) (YHGK. 29.01.1992 T. 1991/10-549 E. 1992/20 K.)

Dava: Sosyal Sigortalar Kurumu vekili, Yargıtay 1. Başkanlığına verdiği dilekçede, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27.3.1991 T. ve 603/156 sayılı kararı ile, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin birçok kararında; "506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 26/1 maddesinde, sigortalı ve haksahiplerine bağlanan gelirlerle meydana gelen her artışın ayrı bir olgu sayıldığı ve onay tarihi itibariyle 10 yıllık zaman aşımına tabi bulunduğu" kabul edildiği halde; Hukuk Genel Kurulunun 29.1.1992 tarih ve 1991/549 Esas ve 1992/20 Karar sayılında, gelirlerle meydana gelen artışlardan dolayı Kurumca açılacak alacak davalarında zaman aşımı süresinin işçi veya hak sahiplerinin işveren aleyhine açacakları davanın zaman aşımı süresi kadar alacağı ve olay tarihinden başlayacağının kabul edildiğini ileri sürerek, benzer konularda birbirine aykırı hükümle tesis edildiğinden, Yargıtay Kanununun 45/2 maddesi gereğince, içtihatların birleştirilmesini istemiştir.

Yargıtay 1. Başkanlık Kurulu "...Rücuen tazminat davası diye adlandırılan davaların Hukuki dayanağının ne olduğunu, zaman aşımının olay tarihinden mi, onay tarihinden mi başlayacağı..." konularında içtihat uyuşmazılığı bulunduğun; farklılığın İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunda giderilmesine ve raportör üye görevlendirilmesine karar vermiş, 3.12.1993 günü toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunda, roportör üyenin açıklamaları dinlendikten sonra, aykırılığın "...İş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara, ya da hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortasından, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde, Kanun, Kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca 506 Sayılı Kanun'un 26/1. maddesi çerçevesinde, asıl sorumlulardan geri istenip istenemeyeceği, madde bağlamında açılan rücu davalarının hukuki dayanağının ne olduğu diğer bir deyimle klasik halefiyete mi, yoksa kanundan doğan temelinde rücu hakkı bulunan (Suigeneris = Kendine özgü = nevi şahsına münhasır) halifiyete mi dayandığı, bu davaların tabi olduğu zaman aşımının türü ve hangi tarihte balayacağı ve özellikle zaman aşımının başlangıç tarihinin, sigorta olayının meydana geldiği tarih mi yoksa sigortalı ve hak sahibine gelir bağlanmasını Kurum'un yetkili organının onayladığı tarih mi olması gerektiği..." konularında olduğu ve bu çerçevede inceleme yapılmak üzere, raportörün görevini sürdürmesi oybiriğiyle kararlaştırılmış ve 1.7.1994 günlü toplana Yargıtay İçtihadı Bileştirme Büyük Genel Kurulunda, raportör üyenin yeni açıklamaları dinlendikten sonra, işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.

Görüşmelerde, kimi üyeler, akte aykırı davranışın geniş manada haksız fiil olduğunu, zaman aşımında, fiilin vukuu, yani olay tarihinden başlaması gerektiğini, katsayı artaşlarının işgücü kaybı artışı söz konusu oldukça yeni bir olgu sayılamayacağını, söz konusu 26. maddenin salt halefiyet ilkesine dayandığını, 17.1.1972 tarih ve 2/1 sayılı ve 31.3.1954 tarih ve 18/11 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da "...sigortacının sigortalıya ödediği tazıminat nispetinde sigortalının yerine geçip halef olacağı, sigortalının kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemeyeceği gibi, halefiyet kaidesinin sigortalının zarardan sorumlu olan kimselerin hukuki durumunu ağırlaştırmayacağı..."nın kabul edildiğini, sigortacının sigorta ettirenin tediye tarihinde mevcut mutalebe hakkını devir alacağını, aynı olay sebebiyle zarar gören ile onun helefleri bakımından 2 türlü zamanaşımını kabul edilemeyeceğini, 10 yıllık zaman aşımının sigorta işçi veya hak sahibi için hangi tarihte işlemeye başlamış ise, sigortacı için de o tarihte işlemeye başalayacağını onay tarihinin zaman aşımına başlanğıç olamayacağını "...gelir artışları halinde, her bir artış için ayrı zaman aşımı ve başlangıcı söz konusu olmayacağını, ancak ilk gelir için zaman aşımı ne zaman işlemeye başlamışsa, sonrakiler için de o tarihte işleyeceğini" zarar görenini zarar verici durumunu öğrendiğinde zaman aşımının işlmeye başlayacağını, Kurumun rücu hukkının halefiyete dayandırılamayacağını zira sigortalı veya hak sahiplerinin işveren aleyhine açtıkları giderim davası risk nazariyesine dayanırken, Kurumun rücu davasının kusur nazariyesine dayandığı, sigortalı ve hak sahipleri kusursuz işverene karşı dava açabilirken, Kurumun kusursuz işverene dava açımadığı ve bunun gibi kusurlu sigortalıya rücu edemediği, eğer ilişki halefliğe dayansaydı bunların mümkün olması gerektiği, Kurumun rücu hakkının halefiyete dayandığı konusunda, yasada hiçbir hüküm bulunmadığı, temelinde rücu hakkı bulunan bir halefiyetten de yasalara söz edilmediğini, 26. maddenin salt kanunda doğun bağımsız bir rücu hakkına dayandığını, bir olay nedeniyle önce kısmi ve sonra ek davalar açılmasının adaleti geciktirdiği, işleri çoğalttığı, adil yargılama hakkına ters düştüğü, bu nedenle, rücu işinin dava tarihine kadarki kesim, bilinen dönem ve ondan ötesi varsayıma dayanılarak rücu tazminatının hesaplanabileceği ve böylece adil yargılama hakkının potansiyel bir tehlikeden kurtarılacağını, İş kazası ve meslek hastalığına dayalı tazminat davalarının akte aykırı hakaretten doğması bakımından Borçlar Kanununun 125. maddesindeki 10 yıllık zaman aşımına tabi iseler de, işçi aşımının olay tarihinden başlaşyacağını, Kurumun gelir bağlamakla gecikmesinin sonucu etkilemeyeceği ve zaman aşımını uzatamayacağını, her gelir artışının ayrı bir olgu sayılamayacağını haleflik kuralının da zaman aşımının olay tarihinden başlamasını gerektirdiğini, aksi halde 10 yıllık sürenin çok uzayacağını ve kişilerin uzun süre dava tehtiti altında kalacakları, Anayasa Mahkemesinin de 26. maddenin kanun ve kararnamelerle yapılan artışları kapsamadığı kanaatinde olduğu ve yoruma öncelik tanınması gerektiğini, Sosyal Sigortalar Kurumundan daha güçsüz olan Bağ-Kur'da gelir artışlarının rücuen tahsilinin kaldırıldığını ve bu durumun gelir artışlarının 26. madde çerçevesinde istenemeyeceğinin kanıtını teşkil ettiğini ileri sürmüşlerdir.

Görüşmelerden, öncelikle Konunun iş kazası veya meslek hastalığına uğrayan sigortalılara, ya da hak sahiplerine, iş kazası, meslek hastalıkları sigorta kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumunca bağlanan gelirlerle, Kanun, Kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılan artışların 506 sayılı Kanunun 26/1 maddesi çevçevesinde Kurumca asıl sorumlulardan geri istenip istenmeyeceği sorunu olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle, ilk önce bu konunun çözümlenmesi gerekmektedir.

Anayasanın 5, 49, 50, 60. maddelerinin buyurucu kuralları istikametinde, sosyal devlet, hizmet akdiyle çalışanlar yönünden iş hayatının risklerinin karşılamak amacıyla, 506 sayılı Kanun ile, iş kazalarıyla meslek hastalıkları sigortası ihdas etmiştir. Sigortalı, bir iş kazası veya meslek hastalığına maruz kalırsa ilk önce, bu mecburi sigotanın kuralları devreye girmekte ve sigorta yardımları sağlanmaktadır. Bu yardımların en önemlisi, sigortalıya veya o, sigorta olayında hayatını kaybetmişse, hak sahipleri kişilere, bu sigorta kolundan gelir bağlamasıdır.

Bu gelirlerde; zaman içerisinde değişiklikler olmakta, artışlar gerçekleşmektedir. Zira, zamanla hak sahipleri değişmekte, kimileri ölmekte, kimileri evlenmekte, bunların gelir payları artmakta, değişmekte, sigortalının malüllük oranı yükselebilmekte, başkasının bakımına muhtaç olunabilmekte, ya da kendisi sonradan ölmekte, hak sahiplerine gelir bağlamakta Kanun ve Kararnamelerle aylık, katsayısı ya da gösterge rakamı, ya da gelir oranı değiştirilmekle, sosyal yardım zammı ödemelerinde, sosyal içerikli, iyileştirmeler yapılmakta, sonuçta, sigortalı veya hak sahibine bağlanan gelirlerde artışlar olmaktadır. Öte yandan, sigortalı, ya da hak sahiplerinin, söz konusu iş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle uğradığı iş göremezlik ve destekten yoksunluk zararlarının giderimi için asıl sorumlular aleyhine açtıkları maddi tazminat davalarında Sosyal Sigortalar Kurumunun bu kişilere bağlandığı yukarıda açıklanan gelirlerin ve gelir artışlarının peşin sermaye değerleri toplamı dikkate alınarak düşülmekte ve o davalarda sigorta tahsisleri ile karşılanmayan zararların giderimi sağlanmaktadır. Diğer bir deyimle, o davalarda, asıl sorumlular, Sosyal Sigortalar Kurumunun ödemeleri nispetinde borçtan kurtulmaktadırlar. Böylece çalışma hayatının düzenli işlemesi, ekonomik yönden güçsüz olan sigortalıların iş hayatının risklerine karşı sosyal güvencesi sağlanmış olmaktadır. Aslında, iş kazası ve meslek hastalığı geliri ve onun artırılmış hali, iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden ibarettir.

Yasa koyucu 506 sayılı Kanunun madde 26/1 de, peşinen anılan ödemeleri yapılan Sosyal Sigortalar Kurumunun kusurlu işverene rücuu konsunu, özel bir şekilde düzenlemiştir. Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu'ndaki rücuya ilişkin hükümlerin varlığına rağmen bu özel düzenlemeyi yapmıştır. Üstelik, 506 sayılı Kanunun madde: 133'de "...Özel sigortalara ilişkin konulardaki hükümler Sosyal Sigortalar hakkında uygulanmaz" diyerek, bu düzenlemenin özel niteliğini vurgulamıştır. Bunun gibi, 29.3.1985 tarih ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında Türk Ticaret Kanunu ve Borçlar Kanunu'nda yer alan can sigortası kurallarının, Bağ-Kur'da uygulanmayacağının kararlaştırılmış olması da, konuya ışık tutmaktadır. Bu nedenle, bu konuda, 506 sayılı Kanunun madde: 26/1'deki özel rücu hükmünün uygulanması zorunludur.

Bilindiği gibi, Medeni Yasa'nın 1. maddesine göre kanun lafzıyla veya ruhuyla temaz ettiği bütün meselelerde mer'idir. Bu nedenle öncelikle kanununu lafzına önem vermek lazımdır. 506 sayılı yasanın 26/1 meddesinde, bu konuda açıkça "...Kurumca sigortalıya veya hak sahibi kimselere yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü gedirlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirler ...sermaye değerleri toplama .....işverene ödetilir..." denilmiştir. Bu sözcükler, gayet kapsamlı ve çoğul sözcüklerdir. Çeşitli zamanlarda değişik nedenlerle bağlanan tüm gelirleri ve gelir artışlarını kapsamaktadır. Maddede, gelir artışlarının nedenleri yönünden hiç bir ayrım yapılmamış, ödetme konusunda, Kanun, Kararname ve Katsayı artışlarıyla gerçekleşen gelir artışı ödetilmez, öteki nedenlerle gerçekleşenler ödetilir, şeklinde bir ayrım yapılmamış; istisnai bir kurala yer verilmemiştir. Mantık ve dilbilgisi kuralları, maddeni kapsamının bu şekilde belirlemeyi zorunlu kılmaktadır. Zira, sigortalıya veya hak sahibine başlangıçta ilk bağlanan gelir, yukarıda değinilen her türlü sebeplerle değiştirilebilir. Yeni duruma göre, yeniden gelir bağlanır. Konunun doğasında bu değişiklik var olduğu için, ödetme konusundaki kural da, bu şekilde, ayırımsız ve istisnasız bir biçimde konulmuştur. "Gelirler", "Sermaye değerleri", "Toplam", gibi çoğul ve kapsamlı sözcüklerin kullanılmasına özen gösterilmiştir. Bu nedenle, yasa metni açıktır. Kanun, karaname, katsayı artışı nedeniyle gerçekleşen artışları içermektedir.

Kaldı ki, aşağıdaki nedenlerden ötürü de, yukarıdaki yargıya ulaşmak zorunludur.

Bir defa, işverenin kusurlu eşleminde oluşan iş kazası ve meslek hastalığı ile, gelir artışı arasında, uygun neden sonuç bağı vardır. Çünkü işverenin eylemi oymasaydı sigorta olayı olmayacak, sigortalı ya da hak sahiplerine gelir bağlanması veya bu gelirlerin değiştirilmesi ve artırılması gerekmeyecektir. Herke, kusurlu eyleminin sonuçlarına katlanmaya mecburdur. Maddeye göre, işveren kusursuzsa, olay üçüncü kişinin, ya da sigortalının karşılıklı kusurundan veya kaçınılmaz nedenlerden meydana gelmişse, esasen işverene rücu edilemeycektir. Buna karşı işverenin kastı varsa, suç sayılır eylemi mevcut ise, ya da işçilerin sağlıgını koruma ve işgüvenliği ile ilgili mevzuata aykırı daranmış, ancak bu gibi hallerde işverene rücu edilecektir. Kanun, böyle hallerde primi ödemenin işverene sorumluluktan kurtaramayacağını belirlemiştir. Gerçekten, kast mertebesinde ağır kusurlu olan, ya da suç işleyen, ya da işgüvenliği ve sağlığı kurallarını çiğneyen ve böylece, işçinin ölümüne ya da meslekten kazanma güçünü yol açan bir işvereni, sırf prim ödedi diye, böyle eylemsizliklerden sorumsuz tutma, ödeme yükümünden kurtarmak, hem böyle davranışlar göstermeyen işverenlerle eşitsizliğe, hem de iş kazaları ve meslek hastalıklarını teşvik etme sonucu doğuracağı belirğindir. Bu sonucu önlemek amacıyla, yukarıdaki eylemleri gerçekleşen işverene, gelirlerin ve artışlarının ödetilmesi yasal ilkesi kabul edilmiştir.

Öte yandan, işverenin açıklanan nitelikleri eylemleri soncu sakatlanan veya ölen sigortalı ve hak sahiplerine yardım etmek ve gelir bağlamak görevi Sosyal Sigortalar Kurumu'na konunla yükletilmiştir. Anyasanın 65. maddesine göre Devlet, Sosyal Güvenlik Yardımlarını, mali durumunun elverdiği ölçüde yapar. Başlanğıçta, bu nedenle düşük ve yetersiz olan veya sosyo-ekonomik koşulları göre yetersiz kalan yardımlar, zaman içinde iyileştirilebilir. Bu Anayasanın ve yasaların buyruğudur ve bu istikamette Kuruma verilen görevin sonucudur. Bütün bu birbirine bağlı işlemler, işveren kusurlu eylemleri gerçekleştiği için, rücan ödetilmesine imkan sağlanmıştır.

Kaldı ki, yukarıda değinildiği üzere, tüm gelir artışları, işçinin veya hak sahiplerinin işveren yönelttiği maddi tazminat davalarında düşünülmekte ve orada, sigorta tahsisiyle karşılanmayan zararlar için, işveren tazminatına mahku edilmektedir. Sigorta tahsisleri kusurlu işverenden alınmaz ise, işveren aslında sorumlu oluduğu miktardan tahsisler nispetinde kurtulmuş olacağı gibi, sigortalı ve hak sahipleri de, icabında her işverenden tazminatın tümünü almak, hem de Kurumdan gelir almak yoluyla haksız iktisapta bulunan kişiler durumuna düşürülebilirler. Bu sebeple, mükerrer ödemeleri önlemek bakımından artışlar rücuan istenebilmelidir.

Öte yandan, 3395 sayılı kanunun 2. maddesiyle 26. madddeye getirilen tavanla sınırlı ödetme yöntemi dahi, artışları istenebileceğinin diğer bir kanıtıdır. Zira, yasa koyucu, tavan sınırına kadar her türlü gelir artışının rücuan tahsilini mümkün kılmıştır. Hiçbir ayırım yapmadan ".....sigortalı ve haksahiplerinin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurumca işverene ödettirilir." demiştir. Yasa koyucunun böyle bir düzenleme yapması zorunluydu. Çünkü, Kurumun gelir bağladığı oranda tanzim sorumlusu işveren ödeme yükümünden kurtuluyor ve Kurumun ödediklerinin kusurlu işverenden geril alınması gerekiyordu. Ayrıca, söz konusu tavanın, ilk bağlanan gelire matuf olduğu da söylenemez. Öyle olsa, ilk gelir için diye, madde metnine açıkça yazılırdı. İlk gelir ve artış nedeniyle bağlanan gelir, şeklindeki bir ayrımın, yapılmadığı, madde metninde açık-seçik bellidir. Öte yandan Kanun, Kararname katsayısı artışı nedeniyle arttırılan gelir, ya da sair nedenlerle arttırılan gelir şeklindeki bir ayırımın yapılmadığı da ortadadır. Aslında, bu tavan sınırlamasının, özellikle Kanun, Kararname ve katsayı yükseltilmesi şeklindeki artışlara yönelik olduğu, ayrıca anlaşılabilmektedir. Sair sebeplerle artışlarda, örneğin meslekte kazanma gücü kayıp oranının artmasında, tavan, yani sigortalının işverenden istenebiceği miktar, esasen yükselen sakatlık derecesi oranında kabaracak, dolayısıyla sınırlama, kısıtlama sözkonusu olamayacaktır. Oysa, Kanun, Kararname, katsayı değişikliği nedeniyle gelir artmalarında, tavan değişmiyecek tavan ile sigorta tahsisleri toplamı arasındaki fark azalacak, dolayısıyla rücu tazminatının sınırlanması sözkonusu olabilecek.

Yasa koyucu, 3396 sayılı Kanunla, Bağ-Kur Kanunu'nun 63. maddesine dayanan rücu davalarında, gelir artışlarının rücuan tahsilini engellemiştir. Bunun hemen öncesinde kabul edilen 3395 sayılı Kanunda ise, Sosyal Sigortalar alanının böyle bir engellemeye gitmemiş, rücu davalarına tavan sınırı getirmekte yetinmiştir. Bu durumun, kimilerince, finansal açıdan zayıf Bağ-Kur da artış istenemezken, daha güç Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan artışın istenebilmesinin çelişki yarattığı ya da Sosyal Sigortalar Kurumu'nda da istenemeyeceği şeklinde yorumlanıp değerlendirilmesi de tamamen yanlıştır. Bağ-Kur da işçi-işveren ilişkisi yoktur. Hizmet akdi sözkonusu değildir. Bağ-Kur sigortalısını zarara uğratanlar işverenler değil üçüncü kişilerdir. Bunların takibi ve bunlardan rücu tazminatının tahsili konularında, Bağ-Kur başarılı olamamıştır. Ayrıca orada, işverenlerin işçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin önlem alma teşviki ve amacı da yoktur. Onun için yasa koyucu Bağ-Kur konusunda siyasi takdirini anılan gerekçelerle böyle kullanmıştır. Fakat, biraz önce kabul ettiği 3395 sayılı yasada, bu yola gitmemiştir. Sosyal Sigortalar alanında da artışların istenemeyeceğini düşünseydi, Bağ-Kur da olduğu gibi "ilk peşin değer için" rücuya imkan verir, anılan nedenlerle gelir artışlarının rücuan gelir alınmasını yasaklardı. Böyle yapmayarak Yargıtay İçtihatlarıyla yaratılan tavan sınırını 26. madde metnine sokarak, bu konulardaki Yargıtay uygulamasını ve görüşünü benimsemiş, Anayasa Mahkemesinin son 3 kararında görüş ve gerekçelere itilaf etmemiştir. Bu durum dahi Kanun, Kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle gerçekleşen artışların, 506 sayılı Kanun, madde 26/1 çerçevesinde istenebileceğinin başka bir kanıtıdır.

Kaldı ki, gelir artışlarından önceki ödemeler için, daha önce dava açılmış ve kesinleşmiş olmasının müddeabih farkı nedeniyle, sonraki gelir artışlarına ilişkin davalar için kesin hüküm engeli yaratmayacağı da ortadadır.

Açıklanan gerekçelerle, İş Kazası ve Meslek Hastalığı gelirlerinde, Kanun, Kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle gerçekeleşen gelir artışlarının, tavanla sınırlı olarak istenebileceği sonucuna varılmış, aksini öngören görüşleri kabul edilmemiştir.

Bu sonuca ulaşıldıktan sonra, açıklığa kavuşturulması gereken ikinci tartışmalı konu, açıklanan nedenlerle gerçekleşen gelir artışlarının rücuan tahsiline ilişkin davaların, hukuki temelinin, dayanağının ne olduğu hususudur. Burada, temelinde rücu hakkı bulunan Kanunun çizdiği sınırlarla kayıtlı ve Kanundan doğan, kendine özgü bir helefiyet hali, mevcuttur. Burada, Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya veya hak sahiplerine bağladığı veya artırdığı gelirler ölçüsünde, sigortalının haklarına halef olmaktadır. Bu ölçüde işvereni tazmin sorumluluğundan kurtarmaktır. Ödedikleri kanunun verdiği cevaz hükmüne dayanarak, işverenden isteyebilmektedir. Doğal olarak bu haleflik, sigortalı veya haksahiplerine gelir tahsis edildiğinde, bunların kazanç kayıpları giderildiği tarihte gerkçekleşmektedir. Bir ödeme ve giderim yapılmadan, salt sigorta olayı tarihinde, haleflik gerçekleşmez. Bu yön, gerek sistemin mahiyetinden, gerek 506 sayılı Kanunun 26/1 maddesinin açık hükmünden anlaşılmaktadır. Sosyal Sigortalar Kurumu büyük bir kuruluştur. İşlerini ajanları, memurları marifetiyle görmektedir. Herhangi bir sigorta olayı meydana gelince, araştırılacak, evrak düzenlenecek, yasal dayanak ve bağlanacak gelir belirlenecek, yetkili organca onaylanacak, bundan sonra gelir bağlanacak, ödenecek veya masraf yapılacaktır. İşte bu tarihte haleflik gerçekleşecektir. Yoksa olay tarihi, Kurumu halef yapmaz. Sigortalı, olay tarihden sonra, işverenden hemen tazminat isteyebilir. Fakat Kurum bu masrafları yapmadan, gelirleri bağlamadan halef olamaz. Ve henüz yapmadığı masraflar, bağlamadığı gelirler için, işverene rücu edemez. Bu nedenle, sigortalı işçinin hakkında bağımsız olarak Kurum, ancak görevini yaptığında işverene rücu edebilir. O zaman, Kurumunu bağımsız rücu hakkı doğar. Bu nedenledir ki, Kurumun rücu hakkı, Yasal koşullar gerçekleştiğinde doğan, Kanunun saptadığı halefiyete dayanan işçinin hakkında bağımsız nitelikte, kendine özgü bir halefilik hakıdır. Bu hakkın niteliği, Sosyal Güvenlik Sisteminin özelliklerine bağlı olarak düşünülmek ve saptanmak gerekir. Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu'nun klasik kurallarıyla bunu açıklamak ve kavramak mümkün değildir. Bu yöntem, esasen, 506 sayılı Kanunun madde 133 ile engellenmiş bulunmaktadır.

Bu konudaki mevzuatın seyri itibariyle gözden kaçırılmaması gerekli önemli bir konu da şudur:

Gelirlerin peşin sermaye değerinin işverenden rücuen tahsili ilkesi, 18/2/1957 tarih ve 6917 sayılı Kanunun'un 37. maddesine eklenmiştir. Oradan 17/7/1965 tarihinde 506 sayılı Kanunun madde 26'ya aktarılmış, tavan sınırı ise Yargıtay İçtihatlarının benimsenmesiyle 1987'de 3395 sayılı Kanun ile getirilmiş ve sistem bugünkü haline, işbu 3395 sayılı Kanunla ulaşmış bulunmaktadır. Bu itibarla, 18/2/1957 tarih ve 6917 sayılı Kanundan sonraki dönemde, gelirlerin ve gelir artışlarının rücuen tahsili davaları, yasal koşullar gerçekleştiğinde doğan, özel yasa maddesinin kapsadığı halefliğe dayanan, işçinin hakkında bağımsız nitelikte, suigeneis bir rücu hakkıdır. 6917 sayılı Kanundan beri temelinde rücu hakkı bulunan kanuni ve kendine özgü bir halefiyete dayanmaktadır. 31/3/1954 tarih ve 18/11 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, sonradan çıkan bu kanuni düzenlemeler karşısında dayanak yapılarak ve o karara dayanılarak klasik haleflik tezi savunulamaz.

Bu nedenlerle, aksini savunan görüşler benimsenmeyerek anılan nedenlerle gerçekleşen gelir artışlarının, rücuen tahsili davalarının, kanunla özel hükmünden doğan ve temelinde geri alma hakkı bulunan kendine özgü nitelikte haleflik hukku temeline dayandığı kabul edilmiştir.

Söz konusu gelir artışına ilişkin rücu davalarının tabi bulunduğu zaman aşımının türü ve süresinin belirlenmesine gelince;

506 sayılı Kanunda, bu davaların hangi tür zaman aşımına tabi olduğu ve süresi hakkında bir hüküm yoktur. Böyle bir özel hüküm bulunmamasından ötürü, bu konunun, genel hukumler ve özellikle Borçlar Kanununa göre çözümlenmesi
zorunludur.

Sosyal Sigortalar Kurumunun halefi olduğu, sigortalı işçi ile, tanzim sorumlusu işvereni arasında hizmet akdi ilişkisi vardır. Sigorta olayının meydana gelmesinde işverenin, 506 sayılı Kanunun madde 26/1 sayıları kastı, suç sayılır eylemi, işçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin mevzuata ayıkırı hareketi neden olmuştur. Bu davranışlar Borçlar Kanunu'nun 332/1 maddesinde belirtilen akde aykırı durumlar oluşturur. Borçlar Kanunu'nun 332. maddesine 1/1/1957 tarih ve 6763 sayılı Kanun'un 41/F maddesiyle eklenen ikinci fıkra gereğince, işverenin bu davranışı nedeniyle açılacak tazminat davaları dahi, akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabidir. Borçlar Kanunu'nun madde 125'e göre ise, akdi müruruzaman 10 senedir.

O halde, 1/1/1957 tarih ve 6763 sayılı Yasadan bu yasa, söz konusu gelir ve gelir artışlarına ilişkin rücu davaları, Borçlar Kanunu'nun 125. maddesindeki 10 yıllık akdi zaman aşımına tabidir.

Zaman aşımının hangi tarihten başlaşyacağının belirlenmesine gelince;

Bu tür rücu davalarının akdi zaman aşımına tabi oluduğu yukarıdaki şekilde belirlendikten sonra bu zaman aşımının hangi tarihte başlayacağı konusunda dahi, özel kanun olan 506 sayılı kanunda, bir hüküm mevcut olmadığından, başlanğıç tarihinde Borçlar Kanunu'na göre belirlenmesi gerekeceği ortadadır. Bu konuda Borçlar Kanunu'nun 128. maddesi hükmü açıktır. Mürürüzamanın alacağın muaccel olduğu zamandan başlayacağı belirtilmiştir. Burada söz konusu olan, Kanunun alacağıdır. Sigorta Kurumunun alacağı ise, gelir bağlandığı ve bu işlem yetkili makamca onaylandığı tarihte ödenebilir hale gelebileceği için gelir bağlanmasının onaylandığı tarihte muaccel olur. Kurumun halefliği de o tarihte gerçekleşir.

Olay tarihinde haleflik gerçekleşmez, ödeme yapılmadan rücu hakkı da doğmaz. Sigortalıya tahsis ve masraf yapılarak onun kazanç kayıpları Kurumca giderilmedikçe, Kurumun isteyebileceği bir alacak gerçekleşmez. Sigorta sistemi böyle kurulmuştur. Borçlar Kanunu'nun 74. maddesinde işaret edildigi gibi, burada ecel, "işin mahiyetinden" anlaşılmaktadır. Başka bir deyimle gelir bağlanmasının onaylanması, masrafların yapılması tarihi, eceldir.

Yoksa, hemen ifa, derhal icra, söz konusu değildir. Sigorta sisteminde böyle bir anlayışa yer yoktur. Sigorta olayının meydana gelmesiyle, sigorta Kurumunun rücu alacağı muaccel olmaz. Gelir artırımları yönünden de, her gelir artışı olgusunda, artışın onayı tarihinde, o kısın için rücu olacağı doğar, muaccel olur ve o tarihten zaman aşımı işler.

Bu nedenlerle her bir gelir artışının rücuen tahsiline ilişkin davanın, zaman aşımının, artışı, kurumun yetkili organının onayladığı tarihten başlayacağı kabul edilmiş, tersini öneren görüşlere katılınmamıştır.

Onaylamaya 142 üye katılmış, 119 üye Hukuk Genel Kurulunun 27/3/1991 tarih ve 603/156 sayılı kararı ile 10. Hukuk Dairesinin benzer nitelikleri müstekar içtihatları doğrultusunda oy kullanmış ve içtihat bu yönde birleştirilmiştir.

Sonuç: İş kazası ve meslek hastalığına maruz kalar sigortalılara ya da bunların hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumunca bağlanan gelirlede, Kanun, Kararname ve Katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, 506 sayılı Kanun'un 26/1 maddesi çerçevesinde sorumlulardan geri istenebileceği bu bağlamda açılacak rücu davalarının, 506 sayılı Kanun'un 26/1. maddesinden doğan ve içeriğinde geri alma hakkı bulunan kendine özgü nitelikleri haleflik hukuki temeline dayandığı ve 10 yıllık akdi zaman aşımına tabi oluduğu ve zaman aşımının her bir gelir artışının Kurumun yetkili organının onayladığı tarihten başlayacağına, içtihatların bu yolda birleştirilmesine 01.07.1994 gününde yapılan ilk toplantıda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi.

Full & Egal Universal Law Academy