(AİHS m. 3, 5, 6, 8, 9, 10, 11, 13, 15, 25, 26, 50) (2709 S. K. m. 19, 125) (765 S. K. m. 243, 245) (2935 S. K. m. 26) (3842 S. K. m. 30) (430 S. KHK. m. 8)
DAVANIN ESASI
I. Dava konusu olaylar
1. Başvurucu
7. Başvurucu Zeki Aksoy, olayların geçtiği tarihte Türkiyenin Güneydoğu bölgesindeki Mardinin Kızıltepe ilçesinde yaşayan, Türk vatandaşı bir demir işçisidir. Zeki Aksoy 1963te doğmuş, 16 Nisan 1994 günü vurularak öldürülmüştür. Bu tarihten sonra Zeki Aksoyun babası, davayı sürdürmek istediğini belirtmiştir (bk. yukarıda parag. 3).
2. Türkiyenin Güneydoğu bölgesindeki çatışma
8. Türkiyenin Güneydoğu bölgesinde yaklaşık 1985 yılından bu yana güvenlik güçleri ile Kürtlerin özerkliğini savunan Kürt nüfusunun bir kısmıyla ve özellikle PKK (Kürdistan İşçi Partisi) mensupları arasında şiddetli bir çatışma hüküm sürmektedir. Hükümete göre bu çatışma 4,036 sivilin ve 3,884 güvenlik mensubunun yaşamına mal olmuştur.
9. Mahkemenin bu davayı ele aldığı sırada, Türkiyenin Güneydoğu bölgesindeki on bir ilin on ilinde, 1987 yılından bu yana olağanüstü hal yönetimi yürürlüktedir.
3. Başvurucunun gözaltında tutulması
10. Bu davadaki maddi olaylar tartışmalıdır.
11. Başvurucuya göre, 24 Kasım 1992 günü gece saat 11 ile gece yarısı arasındaki bir zamanda gözaltına alınmıştır. O gece yaklaşık yirmi kadar polis memuru evine gelmiştir. Güvenlik güçlerinin yanında, başvurucuyu sözde PKK üyesi olarak teşhis eden Metin adında bir kişi vardır. Ancak Zeki Aksoy, Metini tanımadığını polislere söylemiştir.
12. Hükümet ise başvurucunun diğer on üç kişi ile birlikte, PKK teröristlerine yardım ve yataklık etmek, PKKnın Kızıltepe kolu üyesi olmak ve PKK bildirilerini dağıtmak suçlarını işlediği kuşkusuyla, 26 Kasım 1992 günü sabah saat 8:30 sularında gözaltına alındığını savunmuştur.
13. Başvurucu önce Kızıltepe Emniyet Müdürlüğüne götürüldüğünü söylemiştir. Başvurucu ertesi gün Mardin Terörle Mücadele Şubesine nakledilmiştir.
Kendi anlatımına göre Zeki Aksoy, yaklaşık bir buçuk metreye üç metre boyutlarında, yastıksız, tek bir yatak ve bir battaniye bulunan bir hücrede, üç kişi ile birlikte kalmıştır. Kendisine günde iki öğün yiyecek verilmiştir.
14. Başvurucu, kendisini teşhis eden kişi olan Metini tanıyıp tanımadığı hakkında sorgulanmıştır. Zeki Aksoy kendisine, Metini tanımıyorsan, işkencede öğrenirsin denildiğini iddia etmiştir.
Başvurucunun söylediğine göre, gözaltında tutulmasının ikinci günü çırılçıplak soyulmuş, elleri arkadan bağlanmış ve Filistin askısı diye bilinen işkence yöntemiyle kollarından asılmıştır. Zeki Aksoy askıda tutulurken, cinsel organlarına polisler tarafından elektrik verilmiş ve elektrik verilirken üzerine su sıkılmıştır. Yaklaşık otuz beş dakika kadar süren bu işkence sırasında gözleri bağlı tutulmuştur.
Sonraki iki gün Zeki Aksoy askıya alınmadan iki veya iki buçuk saat aralıklarla sürekli dövülmüştür. İlk iki günü çok yoğun geçen bu işkence dört gün boyunca sürmüştür.
15. Zeki Aksoy, gördüğü işkenceler sonucu iki kolunun ve iki elinin hareket kabiliyetini yitirdiğini iddia etmiştir. Kendisini sorgulayanlar, ellerinin yeniden eski duruma kavuşabilmesi için hareket ettirmesini istemişlerdir. Zeki Aksoy bir doktora görünmek istemiş, ancak buna izin verilmemiştir.
16. Başvurucu, 8 Aralık 1992 tarihinde hükümet tabipliğinde bir doktorun önüne çıkarılmıştır. Doktor, başvurucuda cebir ve şiddet izine rastlanmadığını belirten tek cümlelik bir rapor vermiştir. Aksoyun anlatımına göre doktor kollarının nasıl yaralandığını sormuş ve başvurucunun arkasında bulunan polis memuru başvurucunun bir kaza geçirdiğini söylemiştir. Bunun üzerine doktor da alay eder bir biçimde, buraya gelen herkesin bir kaza geçirmiş göründüğünü söylemiştir.
17. Hükümet, başvurucunun gözaltında kötü muameleye tabi tutulduğu konusunda esaslı kuşkuların bulunduğunu ileri sürmüştür.
18. Aksoy salıverilmesinden hemen önce 10 Aralık 1992 tarihinde Mardin savcısının önüne çıkarılmıştır.
Hükümete göre Zeki Aksoy o sırada, PKK ile ilişkisini reddettiği ifadesini imzalayabilecek durumdadır. Zeki Aksoy işkence gördüğüne dair savcıya hiçbir şikayette bulunmamıştır.
Oysa başvurucu, kendisine bir ifadenin gösterildiğini, fakat yazılanların gerçeği yansıtmadığını ileri sürmüştür. Savcı bu ifadeyi imzalaması için ısrar etmiş, fakat Aksoy savcıya ifadeyi imzalayamayacağını, çünkü ellerini hareket ettiremediğini söylemiştir.
4. Başvurucunun salıverilmesinden sonraki olaylar
19. Zeki Aksoy 10 Aralık 1992 tarihinde salıverilmiştir. 15 Aralık 1992de her iki kolunda felç (yani, koltuk altlarındaki sinirlerin tahrip olması nedeniyle her iki kolun tutmaz hale gelmesi) teşhisiyle Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine yatırılmıştır. Zeki Aksoy, kendisini tedavi etmekte olan doktora gözaltında tutulduğunu ve elleri arkadan bağlı olarak kollarından asıldığını anlatmıştır.
Aksoy 31 Aralık 1992 tarihine kadar hastanede kalmış ve Hükümetin dediğine göre gereği gibi taburcu edilmeden, dosyasını yanına alarak hastaneden çıkmıştır.
20. Savcı 21 Aralık 1992 tarihinde kendisiyle birlikte gözaltında tutulan on bir kişi hakkında ceza davası açmaya karar verdiği halde, Aksoy hakkında takipsizlik kararı vermiştir.
21. Başvurucunun uğradığını iddia ettiği kötü muamele ile ilgili olarak Türkiyedeki mahkemelerde ne bir ceza davası ve ne de bir hukuk davası açılmıştır.
5. Başvurucunun ölümü
22. Zeki Aksoy 16 Nisan 1994 tarihinde vurularak öldürülmüştür.
Başvurucunun avukatlarına göre Zeki Aksoy, Komisyon'a yaptığı başvurudan vazgeçmesi için ölümle tehdit edilmiştir. Son tehdit 14 Nisan 1994te telefonla yapılmıştır. Aksoyun öldürülmesi, başvuruyu sürdürmekte ısrar etmesinin bir sonucudur.
Ancak Hükümet Aksoyun öldürülmesinin PKK fraksiyonları arasında bir iç hesaplaşmanın sonucu olduğunu ileri sürmüştür.
Bu cinayet ile ilgili olarak PKK üyesi olduğu söylenen bir kişi hakkında dava açılmıştır.
6. Komisyonun olayla ilgili tespitleri
23. Komisyon heyeti, 13-14 Mart 1995 tarihlerinde Diyarbakırda, 12-14 Nisan 1995 tarihlerinde Ankarada, çapraz sorgu ile sorgulama imkanının bulunduğu ve her iki tarafın temsilcileri huzurunda tanıkları dinlemiştir. Buna ilave olarak Komisyon, 18 Ekim 1994 ve 3 Temmuz 1995 tarihlerinde Strasbourgdaki duruşmalarda davanın kabuledilebilirliği ve esası hakkında tarafların savunmalarını dinlemiştir.
Komisyon, sözlü beyanları ve yazılı belgeleri değerlendirdikten sonra maddi olaylarla ilgili olarak şu sonuçlara varmıştır:
a) Aksoyun gözaltına alındığı tarihi kesin olarak saptamak mümkün olamamıştır; ancak 26 Kasım 1996 tarihinden daha ileri bir tarihte gözaltına alınmadığı bellidir. Aksoy 10 Aralık 1992de salıverilmiştir. Bu nedenle en az on dört gün gözaltında tutulmuştur.
b) Aksoy 15 Aralık 1992de hastaneye yatırılmış ve kendisine iki koldan felçli teşhisi konmuştur. Aksoy hastaneden 31 Aralık 1992de, usulüne uygun taburcu edilmeden kendi kendine ayrılmıştır.
c) Aksoyun gözaltına alınmadan önce her hangibir rahatsızlığının bulunduğuna dair delil olmadığı gibi, gözaltından çıkması ile hastaneye yatması arasında geçen beş günlük süre içinde de uygusuz bir olay meydana geldiğine dair herhangi bir delil yoktur.
d) Komisyon, tıbbi raporların başvurucunun yaralarının çeşitli nedenlerden kaynaklanabileceğine işaret ettiğini, ancak bunlardan birinin kollarından asılan bir kimsenin uğradığı bir travma olabileceğini kaydetmiştir. Dahası, her iki kolu etkileyen çift taraflı felç, sık görülen bir olay olmayıp, Filistin askısı olarak bilinen kötü muamele biçimine uymaktadır.
e) Komisyon temsilcileri, Aksoyu sorgulayan polis memurlarından birini ve Aksoyun salıverilmesinden önce onu gören Savcıyı dinlemiştir. Her ikisi de Aksoyun kötü muameleye maruz kalmış olmasının tasavvur edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Komisyon bu ifadeleri inandırıcı bulmamıştır. Çünkü bu ifadeler, her iki kamu görevlisinin polis tarafından kötü muamele yapılmış olma ihtimalini düşünmeye dahi hazır olmadıkları izlenimi vermiştir.
f) Hükümet, Aksoyun aldığı yaraların sebebine ilişkin alternatif bir açıklama getirememiştir.
g) Başvurucunun elektrik verilerek ve dövülerek kötü muameleye uğradığına dair iddiaları konusunda tespit yapabilmek için de yeterli delil bulunamamıştır. Fakat Aksoyun küçük bir hücrede diğer iki kişi ile birlikte gözaltında tutulduğu, tek yatağı ve battaniyeyi bu kişilerle paylaştığı ve sorgulama sırasında gözlerinin bağlı olduğu doğru anlaşılmıştır.
II. Konuyla ilgili iç hukuk ve uygulama
1. İşkenceye karşı ceza kanunu hükümleri
24. Türk Ceza Kanunu, Hükümet memurlarının bir kimseye işkence yapmasını suç saymıştır (İşkence bakımından 243. madde, suimuamele bakımından 245. madde).
25. 16 Aralık 1990 tarihli 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 8. maddesi şöyledir:
Bu Kanun Hükmünde Kararname ile (İçişleri Bakanına), Olağanüstü Hal Bölge Valisine ve olağanüstü hal bölgesi dahilindeki valilere tanınan yetkilerin kullanılması ile ilgili her türlü karar ve tasarruflarından dolayı bunlar hakkında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla her hangi bir yargı merciine başvurulamaz. Kişilerin sebepsiz uğradıkları zararlardan dolayı Devletten tazminat talep etme hakları saklıdır.
25. Savcılar, kendilerine bir şikayet yapılmasa bile, haberdar oldukları ciddi suç iddialarını soruşturmakla görevlidirler. Ancak olağanüstü hal bölgesinde kamu görevlileri tarafından işlenen suçların soruşturulması, Devlet memurlarından oluşan idari kurullar tarafından yapılmaktadır. Bu kurullar kovuşturmaya yer olup olmadığına karar verme yetkisine de sahiptirler. Kurulların kovuşturmaya yer olmadığına dair verdikleri kararlar otomatik olarak Danıştayın yargısal denetimine tabidir.
2. İdare hukuku bakımından iç hukuk yolları
26. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 125. maddesi şöyledir:
İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır...
İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.
27. Bu hükümler dolayısıyla devlet, kişinin can ve mal güvenliğini koruma görevini yerine getirememesi nedeniyle zarara uğradığını kanıtlayabilen bir kimseye tazminat ödemekle yükümlüdür.
3. Hukuk davası
28. Olağanüstü hal bölgesindeki bölge veya il valileri hariç, bir kamu görevlisinin meydana getirdiği zarara yol açan yasadışı bir tasarrufa karşı, olağan hukuk mahkemelerinde tazminat talebinde bulunulabilir.
4. Gözaltında tutma ile ilgili hükümler
29. Gözaltına alınan ve tutulan bir kimse, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 128. maddesi gereğince yirmi dört saat içinde sulh hakiminin önüne çıkarılır. Bir kimsenin gözaltında tutulması toplu bir suçla ilgiliyse, gözaltı süresi dört güne kadar uzatılabilir.
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görev alanına giren suçlarda, yargının denetimine tabi olmayan gözaltında tutma süresi daha uzundur. Böyle bir durumda bir zanlıyı bireysel suçlarla ilgili olarak kırk sekiz saat, toplu suçlarla ilgili olarak ise on beş gün gözaltında tutmak mümkündür (10 Temmuz 1987 tarihli ve 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 11. maddesini yeniden getiren 1 Aralık 1992 tarihli ve 3842 sayılı yasanın 30. maddesi).
Olağanüstü hal bölgesinde ise Devlet Güvenlik Mahkemesinin görev alanına giren suçlarla ilgili olarak gözaltına alınan bir kimse, yargıç önüne çıkarılmadan bireysel suçlarda dört gün, toplu suçlarda ise otuz güne kadar gözaltında tutulabilir (25 Ekim 1983 tarihli ve 2935 sayılı yasanın 26. maddesini yeniden getiren yukarıda belirtilen yasa).
30. Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasasının 19. maddesi, tutulan bir kimseye durumu hakkında karar verebilecek olan mahkemeye başvurarak, tutulmasının hukukiliğinin incelenmesini isteme hakkı vermektedir.
5. Türkiyenin Sözleşmenin 5. maddesine ilişkin yükümlülük azaltması (derogation)
31. Türkiyenin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi 6 Ağustos 1990 tarihli bir mektupla Avrupa Konseyi Genel Sekreterini şu şekilde bilgilendirmiştir:
Türkiye Cumhuriyetinin ulusal güvenliği, Güneydoğu Anadolu bölgesinde son aylarda Sözleşmenin 15. maddesi anlamında ulusun yaşamını tehdit edecek düzeye varan, kapsam ve yoğunluk bakımından sürekli büyüyen tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır.
1989 yılında, kısmen dışarıdan beslenen terör eylemleri sonucu 136 sivil şahıs ve 153 güvenlik mensubu ölmüştür. Sadece 1990 yılının başından bu yana ise, 125 sivil şahıs ve 96 güvenlik mensubu öldürülmüştür.
Milli güvenliğe karşı tehlike en çok Güney Doğu Anadoludaki Elazığ, Bingöl, Tunceli, Van, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Hakkari, Batman ve Şırnak illerinde, kısmen de mücavir illerde meydana gelmektedir.
Terör eylemlerin yoğunluğu ve farklılığı nedeniyle Hükümet, bu tür eylemlerle mücadele edebilmek için sadece güvenlik güçlerini kullanmakla kalmamış, Türkiye Cumhuriyetinin diğer bazı bölgelerinden ve hatta dışarıdan kaynaklanan zararlı yalan haber faaliyetlerine ve sendikal haklarının suiistimaline karşı koyabilmek için gerekli tedbirleri almıştır.
Bu amaçla Türk Hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 121. maddesine uygun olarak, 10 Mayıs 1990 tarihinde 424 ve 425 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameleri çıkarmıştır. Bu Kanun Hükmünde Kararnameler, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklere dair Avrupa Sözleşmesinin 5, 6, 10, 11 ve 13. maddelerindeki yükümlülüklerde kısmen azaltma sonucu verebilir. Yeni tedbirleri anlatan bir özet bu mektuba eklenmiştir. Bu tedbirlerin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına uygunluğu sorunu Türk Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmektedir.
Türk Hükümeti, yukarıda belirtilen tedbirleri uygulamadan kaldırdığı zaman, bunu Avrupa Konseyi Genel Sekreterine haber verecektir.
Bu bildirim, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 15. maddesi gereğince yapılmıştır
Bu mektuba 424 ve 425 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler içeriğini anlatan bir özet eklenmiştir. Bu ekte Sözleşmenin 5. maddesiyle ilgili olarak belirtilen tek tedbir şöyledir:
Olağanüstü Hal Bölge Valisi, genel güvenliği ve kamu düzenini sürekli ihlal eden kişilerin, İçişleri Bakanının göstereceği olağanüstü hal bölgesi dışında bir yerde, olağanüstü hal süresini aşmamak kaydıyla oturmalarını emredebilir. ...
32.Türkiyenin Daimi Temsilcisi 3 Ocak 1991 tarihli mektubu ile Avrupa Konseyi Genel Sekreterine, daha önce olağanüstü hal bölge valisine 424 ve 425 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle verilen yetkileri daraltan 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin çıkarıldığını haber vermiştir.
33. Daimi Temsilcinin 5 Mayıs 1992de Genel Sekretere gönderdiği yazı şöyledir:
425 ve 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerde, Sözleşmenin 5, 6, 8, 9, 10, 11 ve 13. maddelerinde güvence altına alınan haklara karşı yükümlülük azaltma sonucunu doğurabilecek birçok tedbir bundan sonra uygulanmayacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin Yükümlülük Azaltma Bildiriminin kapsamını bundan böyle Sözleşmenin sadece 5. maddesiyle sınırladığını bildiririm. Sözleşmenin 6, 8, 10, 11 ve 13. maddeleri bakımından yükümlülük azaltma artık yürürlükte değildir; sonuç olarak, buna karşılık gelen maddeler, sözü edilen Yükümlülük Azaltma Bildiriminden çıkarılmıştır
KOMİSYONDAKİ YARGILAMA
34. Aksoy 20 Mayıs 1993 tarihinde Komisyon'a yaptığı başvuruda (No. 21987/93), 1992 yılının Kasım ve Aralık aylarında gözaltında tutulduğu sırada, Sözleşmenin 3. maddesine aykırı olarak kötü muameleye tabi tutulduğundan; gözaltında tutulma sırasında 5(3). fıkrasına aykırı olarak bir yargıç veya yargılama yetkisine sahip diğer görevli önüne çıkarılmadığından; ayrıca 6(1). fıkrası ile 13. maddeye aykırı olarak kendisine kötü muamele yapan sorumlular hakkında dava açma imkanı verilmediğinden şikayet etmiştir.
Aksoyun 16 Nisan 1994te ölümünden sonra hukuki temsilcileri, kendisinin Komisyon'a yaptığı başvuru nedeniyle öldürüldüğünü, bunun da Sözleşmenin 25. maddesindeki bireysel başvuru hakkına bir müdahale olduğunu iddia etmişlerdir.
35. Komisyon 19 Ekim 1994te başvurunun kabuledilebilirliğine karar vermiştir. Komisyon, Sözleşmenin 31. maddesine göre yazdığı raporunda, bire karşı on beş oyla, Sözleşmenin 3. maddesinin ve 5(3). fıkrasının ihlal edildiği; üçe karşı on üç oyla 6(1). fıkrasının ihlal edildiği ve 13. madde bakımından ayrı bir sorun bulunmadığı; oybirliğiyle, 25. maddedeki bireysel başvuru hakkının etkili kullanımına müdahale bulunduğu iddiası hakkında karar vermeye yer olmadığını ifade etmiştir.
MAHKEMEDEN NİHAİ TALEPLER
36. Hükümet duruşmada Mahkemeden, kullanılması mümkün olan iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle başvuruyu reddetmesini veya Sözleşmenin ihlal edilmediğini tespit etmesini talep etmiştir.
37. Aynı duruşmada başvurucu ise Mahkemeden, Sözleşmenin 3, 5, 6, 13 ve 25. maddelerinin ihlal edildiğini tespit etmesini ve şikayet konusu tedbirlerin idari pratik oluşturması nedeniyle ihlallerin ağır olduğuna karar vermesini istemiştir.
KARAR GEREKÇESİ
I. Mahkemenin maddi olayları değerlendirmesi
38. Mahkeme, Sözleşme sisteminde olayların ortaya çıkarılmasının ve doğrulanmasının, Sözleşmenin 28(1) ve 31. maddelerine göre öncelikle Komisyonun görev alanına giren bir mesele olduğuna dair yerleşik içtihadını hatırlatır. Mahkeme, Komisyonun olaylara ilişkin yaptığı tespitlerle bağlı olmamasına ve önüne gelen her türlü materyal ışığında kendi değerlendirmesini yapmakta serbest olmasına rağmen, bu konudaki yetkisini sadece istisnai durumlarda kullanır (bk. Akdıvar ve Diğerleri - Türkiye (Esas hk), parag. 81).
39. Bu davada Komisyondan bir heyet tarafından Türkiyede iki kez tanık dinlendikten ve ayrıca Strasbourgdaki duruşmalardan sonra, Komisyonun maddi olaylara ilişkin tespitlere ulaştığını (bk. yukarıda parag. 23) hatırlatmak gerekir. Bu şartlar altında Mahkeme, maddi olayların Komisyonun ortaya koyduğu şekliyle (bk. yukarıda geçen Akdıvar ve Diğerleri kararı, parag. 81) kabul etmesi gerektiğini düşünmektedir.
40. Bu nedenle Mahkeme, Komisyon tarafından yapılan tespitlere (bk. yukarıda parag. 23) bu bakış açısıyla yaklaşarak, Hükümetin ilk itirazlarını ve başvurucunun Sözleşme bakımından yaptığı şikayetleri incelemelidir.
II. Hükümetin ilk itirazı
A. Mahkeme önünde ileri sürülen iddialar
41. Hükümet Mahkemeden, Sözleşmenin 3. maddesi bakımından yapılan şikayeti, başvurucunun kullanabileceği iç hukuk yollarını Sözleşmenin 26. maddesine aykırı olarak tüketmediği gerekçesiyle reddetmesini istemiştir. Sözleşmenin 26. maddesi şöyledir:
Komisyon sadece uluslararası hukukun genellikle tanınmış kurallarına göre iç hukuktaki bütün başvuru yolları tüketildikten sonra ve konu hakkında son kararın verilmesinden itibaren altı ay içinde yapılan başvuruları ele alabilir.
Başvurucu, iç hukuk yollarının tüketilmesi konusunda kendisinden beklenebilecek her şeyi yaptığını ileri sürmüş ve Komisyon da kendisinin bu görüşüne katılmıştır (bk. yukarıda parag. 23).
42. Hükümet, iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralının, uluslararası hukukta ve Sözleşme organlarının içtihatlarında açıkça ortaya çıktığını, iç hukuk yollarının başvurucuya hiçbir başarı şansı tanımadığı haller müstesna, başvurucunun bu hukuk yollarını kullanmasını gerektirdiğini ileri sürmüştür. Hükümete göre aslında Aksoy, üç ayrı iç hukuk yolu kullanabilirdi: ceza soruşturması yolu, hukuk davası ve/veya idari dava açılması (bk. yukarıda parag. 24-28).
43. Hükümet, bu yollardan birincisi için, başvurucunun 10 Aralık 1992 tarihinde karşısına çıkarıldığı savcıya (bk. yukarıda parag. 18) gözaltında gördüğü kötü muamele hakkında şikayette bulunabileceğini belirtmiştir. Ancak Hükümete göre Aksoy, ne bu sırada ve ne de daha sonra, gözaltında kötü muamele gördüğüne dair bir imada bulunmuştur.
Türkiyenin her yanında yürürlükte olan Ceza Kanununun 243. ve 245. maddeleri, ikrar elde etmek için işkence yapmayı ve kötü muamelede bulunmayı cezalandırmaktadır (bk. yukarıda parag. 24). Olağanüstü hal bölgesi ile ilgili 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, kamu görevlileri tarafından işlendiği iddia edilen suçların soruşturulmasını savcılardan alarak idari kurullara bırakmıştır (bk. yukarıda parag. 26). Ancak, idari kurulların verdiği kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar, her zaman Danıştay tarafından incelenir. Bu bağlamda Hükümet, Danıştayın olağanüstü hal bölgesinde idari kurallar tarafından verilen kararları kaldıran ve gözaltında tutulanlara kötü muamele yapıldığı iddialarına karşı jandarma ve polisler hakkında ceza davası açılmasını ve benzer nitelikteki kötü davranışlardan ötürü cezalandırılmalarını isteyen başka birçok kararını sunmuştur.
44. Bununla beraber Hükümet, bir ceza davasında şikayetçinin haklarından çok sanık hakları ön plana çıkacağından, bu tür bir davanın belki de en uygun hukuk yolu olmadığını belirtmiştir. Bu nedenle Hükümet, Mahkemenin dikkatini Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 125. maddesinde yer alan idari davaya yöneltmiştir (bk. yukarıda parag. 27). Söz konusu maddeye göre bir kimsenin tazminat alabilmesi için, sadece idare tarafından yapılan eylem ile uğranılan zarar arasında nedensellik ilişkisinin varlığını kanıtlaması yeterlidir; kamu görevlisinin ağır bir kusurunun bulunduğunu kanıtlaması aranmaz. Bu bağlamda Hükümet, gözaltında yapılan işkence sonucu meydana gelen ölüm nedeniyle tazminat verilmesine ilişkin idari yargı kararlarından örnekler sunmuştur.
45. Buna ek olarak Hükümet, Aksoyun uğradığı zararlardan ötürü bir hukuk davası açabileceğini belirtmiştir. Hükümet, yine işkence nedeniyle tazminat talebiyle ilgili bir davada kanun adamları tarafından işlenen suçların Borçlar Kanununa girdiğini ve yine Borçlar Kanunun 53. maddesi gereğince, ceza davasında delil yetersizliği nedeniyle beraat kararı verilmesinin hukuk mahkemelerini bağlamadığını belirten bir Yargıtay kararına ve ayrıca yerel mahkemeler tarafından verilmiş birçok karara gönderme yapmıştır.
46. Başvurucu, Hükümet tarafından gösterilen hukuk yollarının biçimsel olarak Türk hukuk sisteminin bir parçası olduğuna itiraz etmemiş; ancak bu hukuk yollarının olağanüstü hal bölgesinde görüntüde kaldığını, yetersiz ve etkisiz olduğunu, çünkü hem işkence yapmanın ve hem de etkili hukuk yollarına başvurma hakkını kullandırmamanın idari pratik oluşturduğunu iddia etmiştir.
Başvurucu özellikle, Türkiyede gözaltında tutulanlara işkencenin sistematik ve yaygın olarak sürdürüldüğünü gösteren uluslararası birçok kuruluşça yazılan raporların, devletin bu uygulamaya son verme taahhütleri hakkında kuşkular yarattığını ileri sürmüştür. Başvurucu bu konuda, İşkenceyi Önleme Avrupa Komitesinin Türkiye hakkındaki Kamuoyuna Açıklama (15 Aralık 1992); İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler Komitesinin Türkiye hakkındaki İncelemesiyle İlgili Muamelelerin Sonuçlarına ilişkin Kısa Açıklamasına (9 Kasım 1993); ve İşkence hakkında Birleşmiş Milletler Özel Raportörün 1995 tarihli Raporuna (E/CN.4/1995/34) atıfta bulunmuştur.
47. Başvurucu, devlet makamlarının işkencenin varlığını sürekli inkar eden bir politika izlediklerini, bunun da mağdurların tazminat almalarını ve sorumluları adalet önüne çıkarmalarını aşırı ölçüde güçleştirdiğini belirtmiştir. Örneğin, işkenceden şikayetçi olan bireylerin aldıkları yaraların durumunu kanıtlayan adli tıp raporu elde etmeleri imkansız hale gelmiştir; çünkü adli tıp hizmetleri yeniden düzenlenmiş ve bu tür raporlar veren doktorlar ya tehdit edilmişler veya başka yerlere sürülmüşlerdir. Olağanüstü hal bölgesindeki savcılar insan hakları ihlal edildiği iddiaları hakkında soruşturma açmayı sürekli olarak reddetmişler ve yapılan şikayetleri dahi sık sık geri çevirmişlerdir. Yapılan soruşturmalar da taraflı ve yetersizdir. Dahası, avukatlar ve insan hakları ihlali mağdurları için hareket eden kişiler tehditlere, baskılara ve temelsiz kovuşturmalara maruz kalmışlardır. Şikayetlere karşı misilleme yapılması sık görüldüğünden, bu kişiler iç hukuk yollarını izlemekten korkmuşlardır.
Bu koşullarda başvurucu, Strasbourga şikayette bulunmadan önce iç hukuk yollarını izlemesinin kendisinden istenemeyeceğini iddia etmiştir.
48. Başvurucu, her halükarda, 10 Aralık 1992de işkence gördüğünü savcıya söylediğini belirtmiş (bk. yukarıda parag. 18), söylememiş dahi olsa, ellerini gereği gibi kullanamadığını savcının kolaylıkla anlamış olması gerektiğini ileri sürmüştür.
Savcının cezai bir soruşturma başlatmaması, başvurucunun herhangi bir iç hukuk yolunu kullanabilmesini aşırı ölçüde zorlaştırmıştır. Başvurucunun, örneğin takipsizlik kararına karşı Danıştaya başvurarak (bk. yukarıda parag. 26) bir ceza davası açılmasını sağlamak için adım atması imkansız hale gelmiştir. Çünkü soruşturma yapılmaması, resmi bir kovuşturmama kararı verilmediği anlamına gelmektedir. Ayrıca soruşturma yapılmaması, açılacak bir hukuk veya idari davada başarı şansını da önlemiştir. Çünkü başvurucunun bu davalardan birinde başarılı olabilmesi için işkence gördüğünü kanıtlaması gerekecekti; pratikte, bir ceza yargıcının bu yönde verdiği bir karar aranacaktır.
49. Başvurucu son olarak Mahkemeye, yargısal denetime tabi olmaksızın gözaltında tutulduğu sürenin uzunluğu konusundaki şikayeti bakımından teorik olarak bile kullanabileceği hiçbir hukuki yol olmadığını, çünkü bu sürenin ulusal mevzuata uygun olduğunu hatırlatmıştır (bk. yukarıda parag. 29).
50. Komisyon, başvurucunun gözaltında tutulduğu sırada yaralandığı görüşündedir (bk. yukarıda parag. 23). Komisyon, başvurucunun 10 Aralık 1992de savcı ile görüştüğünde aralarında kesin olarak ne geçtiğini belirlemek mümkün değilse bile, hiç kuşkusuz, savcının soruşturma açmasını, en azından başvurucunun sağlık durumu ve tabi tutulduğu muamele hakkında daha fazla bilgi elde etmeye çalışmasını gerektirecek unsurların bulunduğunu kabul etmiştir. Özellikle, başvurucunun gözaltında tutulması ve gördüğü kötü muamele sonucu korunmasız kalmış olması ve salıverildikten sonra hastanede yatmasını gerektirecek sağlık problemlerinden şikayetçi olması göz önünde tutulacak olursa, bu koşullarda kendisinden beklenebilecek her şeyi yaptığı görülür. Komisyona başvuru yaptıktan sonra aldığını iddia ettiği tehditler ve başvurucunun tam olarak sebebi ortaya çıkarılamayan ölümü, iç hukuk yollarını izlemesi halinde tehlikelerle karşılaşabileceği görüşünü destekleyen diğer unsurlardır.
Komisyon, başvurucunun iç hukuk yollarını tüketmesi için kendisinden istenebilecek her türlü şeyi yaptığı düşüncesiyle, Türk makamlarının insan hakları suiistimallerine hoşgörü göstererek idari bir uygulamada bulunup bulunmadığını ortaya koymanın gerekli olmadığına karar vermiştir.
B. Mahkemenin değerlendirmesi
51. Mahkeme, Sözleşmenin 26. maddesinde yer alan iç hukuk yollarını tüketme kuralının, uluslararası bir yargısal veya tahkim organı önünde devlete karşı dava açmak isteyen kişileri ilk önce, ulusal hukuk sisteminde varolan hukuk yollarını kullanmakla yükümlü tuttuğunu hatırlatır. Sonuç olarak devletler, yaptıkları tasarruflardan ötürü kendi hukuk sis